12 Mart 2025 Çarşamba
Gündem

Zelzele Kod: 6223

Bir yıl sonra ancak döküldü kalemimden o gecenin hissiyatları. Sıkıcı üslubum, uzun uzadıya giden satırlarım belki olmadı, beceremedim bu sefer yazıya aktarma işini. Amma velâkin yaşananlar, anlatılanlar duymaya alışık olduğunuz kuru bir yazıdan ibaret değil, maalesef acı ama birebir yaşanmış “Gerçek Hayat Hikâyelerindendir.” Acılarını tekrar deştiğim, aynı anları hissetmelerine sebep olduğum tüm kardeşlerime özrü bir borç bilirim.

       ‘Neden böyle düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim insanlar?’

       O gece başka ışıldıyordu yağmur… Sere serpe incitmeden kilit taşlarında şakırdattığı boncuklar, huzursuz bir simayla ruhumuzu okşuyordu.   Cinlerin attığı âşıkların tak takısı, keyif veren uykusunda bedenini sarmış derine ki en derine görmüyordu hayat kokan aç nefesleri. Sonsuzluğa atfedilmiş bir senfoni, kar tanelerinin sessiz ve dâhi yumuşak mırıltısında. Gece soldu… Yapraklar tarumar oldu... Zaman ki kangren olmuş bir koldu... Ölüm, 417 treninden bin bir deste tel yoldu...

       Kıyametin yedi türlüsüne davet çalan kan dökücü şaibeler, kabuk altında yıllardır uyuyan 11 başlı dev canavarı sabır hülyasından inatla uyandırmıştı. Gök kadar kendi rengine sadık kalamadığı için toprak anaya kırgın ve bir o kadar da öfkeliydi. Ama bunların müsebbibi miydi binler yoksa mustaribi miydi? İsyan... Hâşâ ve kellâ... Hadd dediğin Hakk’a varınca bıçaktan keskin kıldan ince olurdu ki aşılmaz.

       Bir anda cereyanlar yandı uykunun en tatlı yerinde. Odanın içi bembeyaz ışıklarla doldu, evin orta yerine yıldırım düştü sandı rüyaya yoraraktan. “Kim açtı şu ışıkları?” diye söylenip annesine bağıracaktı ki aniden ışıklar sönüp tekrar yandı. O an ayak parmaklarından çekilerek yukarı doğru çıkan korku vücudunu karıncalandırıp midesinde vuku bulmuştu. Boğazına bir yumru oturmuş ne ağzından bir kelime dökmeye ne de diğer odaya sesini duyurmaya mecali vardı. Sustu.

       Ve orkestranın asıl sahibi kıyamet sopranosu, arkada kara kuytu fonlarla sahnede belirdi...

       Saniyeler yoktu ışıkların yanıp yanıp sönmesiyle arasında ki bu sefer de kardeşine seslenmeye kalktı “Yatağı sallama!” diye. Ürkütücü olan, yalnız yatak sallanmıyordu. Cayır cayır eden sesler yükselmeye başladı. Dolap kapaklarının birbirine vurmasıyla şangır şungur yere yuvarlanan kap kacakların sesleri, kitaplıktaki kitapların dakikasında takır tukur yere düşmesi bir oldu. Bu seslerin bestesinde tek bir solist, on bin parça vardı. Hepsi de bir o kadar korkulu makamlarda...

       Bacaklarının ardı sıra tüm vücudu zangır zangır titriyor, kontrol edilemez bir şekilde durduramıyordu koca et yığını bedenini. Beton yüklü devasa evi, bir canavarın elinde oyuncak gibi bir o tarafa bir bu tarafa savruluyordu. Aklî melekelerini kaybetmek üzereydi.

       “Taktaktaktaktakk! Cayr cayr cayr...”

       Sımsıkı kapattı gözlerini, kendini kastıkça kastı. Sağ bacağında dizinin arkasına kramp girmiş, damar damar üstüne binmişti. Göğsünün üzerine bir yük oturmuş kalbi sıkışıyordu. Bilemedi ne olduğunu, anlayamadı. Yalnızca üzerindeki yorgana sımsıkı sarılıp “Şimdi geçecek, bitecek, şimdi geçecek, Allah’ım uyandır rüyadan.” diye durmadan kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama olmadı, uyanamadı rüyadan. Aksine, bir kâbusun içine uyandı. Çünkü her şey gerçek ve bir o kadar da ürkütücüydü…

       Kapının arkasındaki ayaklı merdivenin gümbürtüyle yatağın üzerine düşmesiyle sıkı sıkı kapattığı gözlerini fal taşı gibi açması bir oldu. Beyninde şimşekler çaktı; karşındaki dolap canlanıp ayaklanmıştı sanki. Tavana gözlerini diktiğinde ise lambanın yuvasından çıkıp koparcasına sallandığını gördü. Hemen yan tarafında yatan kardeşine çevirdi bakışlarını. Hâlâ uyuyor gibiydi. Hararetle bağırmaya başladı:

  • Buğçe! Buğçe! Kalk deprem oluyor Buğçe!

       Meğerse kendinden önce uyanmış kardeşi. Hisseder hissetmez yorganı kafasına çekmiş ısrarla uyumaya çalışmış.

       Ağlayarak yorganı kafasından indirdi:

  • Abla çok korkuyorum abla!

       Üzerindeki merdiveni güçlükle kaldırıp hızlıca kenara itti:

  • Sakin ol! Koş gel yanıma.

       İki kardeş yatağın kenarında birbirine sarılmış dururken anneleri Sevtap Hanım geldi saniyeler içinde. Yüzü kireç gibi bembeyaz, gözleri kıpkırmızı korku dolu dururken gayet sakin bir edayla çocuklarına sarıldı. Bildiği duaları okuyor, her “geçecek, bitecek şimdi” dediğinde daha bi’ köpürüyor şiddetle sarsılmaya devam ediyorlardı. Duvardaki yarıklar gözlerinde büyüdü büyüdü... Pencere tarafından kırmızı tuğla parçacıkları düşmeye başlamıştı.

       Saniyeler o kadar yavaş akıyordu ki asra bedel bir gece, her salisesine yüzlerce doğmamış umut, binlerce sevda telinden söylenecek türkü, beton yığınlarına hapsolmuş on binlerce kan ve gözyaşı sığdırmıştı.

       Sevtap Hanım baktı ki olacak gibi değil, çocuklarının elinden tutup hızla dışarı fırladı. Tüm ahali evleri boşaltmış aşağıya dökülmüştü. İncecik pijamalarıyla korkudan titreyen çocuklar, can havliyle yalın ayak kendini dışarı atan teyzeler, amcalar vardı. Hava ise daha önce hiç bu kadar soğuk ve ruhsuz olmamıştı. Yerde kaskatı kesilmiş kar yığınları cam kırığı gibi ışıldıyordu. Yüzeyi kırçlanmış çimler biriken kar suyuyla buz tutmuştu. Bir de yağmur yağıyordu ki göz görmedik…  Dışarıya adımlarının atılmasıyla bardaktan boşalırcasına sağanak bastırmıştı. Semada garip pembemsi bir renk hâkim, korkuyu perçinliyordu.

       Yağmur katrelerinin dansına sahne ışığı tutan sokak lambaları zangır zangır sallanıyordu. Donmuş karlarla kaplı yüzeyde durmak epey bir zordu, yer altlarından kayıp gidiyordu. Çömelip elleriyle yerden tutunmaya bile yeltenmişti. Korna sesleri, tıkanmış yollar, telefonlara sarılıp sevdiklerine ulaşmaya çalışan insanlar, soğuktan tir tir titreyen ıslanmış çocuklar... Mahşer ânından farksız bu dehşet veren hengâmede akıllarda tek soru: Kıyamet mi kopuyordu?

       Korkudan safrası kalkmış olacak ki midesi bulanıyordu, bacakları uyuşuk bir vaziyette güçlükle annesinden tutundu. Annesi o sırada kim var kim yok ulaşmaya çalışıyor ama eşine bir türlü ulaşamıyordu. İşte o an yanlarındaki orta yaşın üstünde bir kadın elindeki telefonu kapattıktan sonra yüzüne sinmiş keder dolu ifadeyle:

  • “Hatay bitmiş, bitmiş.” dedi.

       Bu sözle hepsi birden irkildi, içleri ürperdi, yüreklerinden bir şey kopup gitti. Yalnızca burada olmamıştı bu zelzele ve daha kötüsü babaları bir hafta önce iş gereği Hatay’a gitmişti, yarın da dönecekti… İki kardeş gözleri cıngıl cıngıl olmuş ağlamaya başladılar. Yüreğinin yarısı orada olmasına rağmen tepkisiz durup gözünden bir damla bile yaş akıtmayan Sevtap Hanım ise hayret vericiydi. Yine donuk yüz ifadesiyle çocukları sakinleştirmeye çalışıp teselli etti.

       Gün ağarırken yatağından kalkanlar, kalım mücadelesi verirken kalkamayanlar ise aklı kıt üç beş fazla demirden kısan sinsi yaratıklar yüzünden yatağa çivilenmiş ölüm mücadelesi veriyordu. İnsan insan olalı böyle zelil ihmalkârlık görmedi de vicdan azabı binlerin cürüm kadar kısasına yetebilsin...

       Suçlusun ey insan! Bir dedenin paketini bile açamadığı bisküviyi beraber yiyeceği torununa mâl oldun. Suçlusun ey insan! Öğretmenimin anne babasıyla geçireceği güzel günlerine sebep oldun. Ve yine yeniden suçlusun! Miden hoş yemek görsün diye cebinden kıstığın o betonlar, demir parçaları; tazecik evliliklere, bir elmanın iki yarısı kardeşlere, yarın okula gitmek için beslenme çantası hazır bekleyen çocuklara hiç yakışmayan, adı bile yazmayan ıssız mezarlar oldu…  Senin cehennemine odun taşıyan hamalların sırtına hep hafif gelir yükü de usanmak bilmez her bir canın tırnağı için harlanan ateşe...

       Kardeşi ve annesiyle beraber yakın tanıdıklarının müstakil bir dükkânına (lokantaydı aslen) gittiler. Sadece kendileri değil birçok insan oraya sığınmıştı. Battaniyeler ve çoraplar verdiler. Üçü bir battaniyeye sarıldılar. Herkesin yüzünde hâlâ o travma hâli vardı, güçlükle birkaç kelime edebiliyorlardı.

       Annesi bir köşede ısrarla eşini aramaya devam ediyordu. Benzi hâlâ kireç gibi soluk ve ürkütücü duruyordu. Biraz beride oturan orta yaşlı bir kadın durumu anlamış, Sevtap Hanım’a üzülmüş ve bir şeyler yapması gerektiğini anlamış gibiydi. Yavaşça ayağa kalktı, eline bir avuç su aldı ve arkasından sessizce yaklaştı. Birden ensesine buz gibi suyu şaplattı. O an annesinin çığlık atmasıyla yüzüne döndüğü kadına 40 yıllık tanış gibi sarılıp feryat edercesine hüngür hüngür ağlaması bir olmuştu. Öyle bir ah çekip ciğerini dağlarcasına ağlıyordu ki içini boşaltmış, tüm içine attıklarını kadının omzuna gömüp haykırıyordu...

       O zaman anladı ki annesi aslında ilk andan beri çok korkmuştu ama çocukları için fazla tepki göstermemeye, onları korumaya çalıştığından susmuş ve gözyaşlarını içine dökmüştü. Ağlasın, döksün içindekini diye de o teyze âni reaksiyon alacakları tepkiler vermiş soğuk suyu sıçratmıştı ensesine. İyi ki yapmıştı. Annesinin sesi oradaki insanların hepsinin yüreğine dokunmuş içleri cız ederken ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri tekrar sulanmıştı.

       Arka tarafta koca koca kazanlarda çorbalar kaynatılmaya başlanmıştı. İnsanların içleri ısınsın bir nebze olsun korkudan titreyen vücutları yatışsın diye her gelene kapıyı açıp çorba ikramında bulundular.

       Sular kesildi. Bulaşıklar mı? Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Yağmur suyunu kovalara biriktirip bulaşık yıkadı, karlarla tabak kaşık temizledi. Hayatında ilkleri de deneyimlemiş oldu böylece. Elleri kızarmayı bırakıp morarmaya geçmişti bile çoktan. Parmak uçları don kesilmiş hissetmiyor, gelenlere yemek yetiştirmek için durmadan çalışıyorlardı.

       Ve bir telefon...  Annesinin sevinç çığlıklarıyla irkildi. Babası arıyordu!  Telaşla elleri titreye titreye telefonu açtı.  Hoparlörün ardındaki sesi duymaya o kadar ihtiyacı vardı ki…

  • Alo, alo Sevtap?
  • Ahh! Ali! Canım sen misin? Neredesin, çok korktuk biz çok. Sesini duydum ya çok şükür.
  • İyiyim çok şükür, telefonlar çekmiyor burada, ulaşamadım size. Çocuklar nasıl, sen nasılsın, herkes iyi mi?
  • İyiyiz canım, herkes iyi. Bulunduğumuz yer güvenli, merak etme. Geliyorsun değil mi? Yolda mısın? Çok gürültü geliyor arkadan.
  • Maalesef canım, biraz daha buradayım. Her yer birbirine girmiş durumda burada. Mahallelerin, yolların izi yok kaybolmuş halde. Moloz yığınlarını kaldırmaya çalışıyoruz, çok kalabalık burası. Göçük altından çıkardılar beni, annemlere sezdirme... Şimdi de Antep’ten benimle gelen arkadaşı çıkarmaya çalışıyoruz. Çıt ses gelmiyor ama Sevtap. Dua edin ne olur...

        Böyle böyle annesiyle babasının telefonlaşmaları günlerce sürdü. Ali Bey arada şahit olduğu manzaraları anlatıyor, Sevtap Hanım da buradan haber veriyordu. Her saniye kendini hatırlatıp korkularını diri tutan artçılarla uykusuz geceler de nöbetleşe gidiyordu.

        Bir gün kaldıkları yerde dünya tatlısı bir kız çocuğunun ağlama sesini duydu. Minicik yüreğine, minicik bir çocuk nasıl sığdırabilirdi büyüklerin bile aklını kaçırıp çıldırdığı sahneleri? Kafasına kazıdı tüylerini ürperten, kendisinden büyük can yakıcı o sözleri:

       “Allah’ım bizi öldür, tamam... Ama ne olur deprem olmasın!”

       Sözün bittiği yer...

       Ne denir ki sana çocuk... Her saat başı yine sallanıyoruz diye ağlayarak uyanan çocuk. Yutamazsın diye hap bile verilmeyen çağda, koca insanların içtiği uyku ilaçlarıyla uyuyan çocuk.  “Geçti, bitti o günler.” diyor ablaların, abilerin. Sen unutur musun 11 başlı dev canavarı?  İnan sen unutana kadar bu millet de unutmayacak, unutturmayacağız...

       Babası gördüğü o dehşet verici manzaraları anlattıkça kanı çekiliyordu. Bir gün ise telefonda ilk kez babasını içli içli ağlarken işitti. Sığdıramıyordu içine, taşıyordu içten içe:

  • Duymuyorlar beni Sevtap, duymazdan geliyorlar! Yan binada... Bağırdı biri bana, seslendi... Duydum, vallahi duydum! “Yardım edin." dedi. Kurtarın beni diye acı acı seslendi. Hararetle yanlarına gittim çalışanların. Feryat figan “oradan bir ses geliyor, biri yaşıyor!” dedim. Duymadılar, görmezden geldiler. Yalvardım, yakardım, çıldıracak gibiydim. Onlar ise diğer göçük altındaki insanları kurtarmaya çalışıyorlardı. Ardından bir binadan daha ses gelmeye başladı ve sonra bir başka binadan daha... O an beynimde kopan fırtınalarla çaresizliğim tokat gibi suratıma vurdu. Çünkü onlar da biliyordu, duyuyordu yaşam çığlıklarını ama hepsine ulaşmaya ne imkân ne de takat vardı. Yerin yedi kat dibine gömülmüş enkazlardan gelen sesleri acı bir şekilde görmezden gelip göz göre göre ölüme terk etmek nasıl bir utanç, nasıl ağır bir vicdan azabı onlar da biliyordu. En azından kurtarılabilecek insanlara yetişmeye çalışıyorlardı. Bu acı unutulur mu?

      Yine başka bir gün telefondayken:

  • Burada nefes almak çok zor Sevtap. Şehrin tamamına ölüm kokusu yayılmış durumda. Cenazelerden yayılan keskin kokular soluğumuzu kesiyor, maske takmaya çalışıyoruz sürekli. Buraya maske göndermeleri lazım Sevtap. Ha, bir de kefen... 
  • Cenazeleri siyah torbalara koyup yan yana dizmişler. İnsanlar yakınlarını bulmak için geliyorlardı. Fermuarları açıp indirdiğimizde ise öyle bir vahşetle karşılaştık ki... Çok acı gülüm benim çok acı... 

       Bileklerinde, boynunda, kulaklarında çeşitli bıçak izleri, kesik yaralar. Bazılarında kopuk parmaklar... Nefesi tükenmiş, ömrünü tamamına erdirmiş bedenlerden nasıl medet umacak hale gelip aşağıların en aşağısı konumuna gelirsin sinsi yaratık! Hele öyle bir zamanın ve dâhi mekânın sirayet ettiği hâlden ibret alamayan sefil, insanlıktan nasibini alamamış gafil, o naaşlardan, umduğun mal mülkün sana zehir ü zıkkım, varlığına zindan-ı perişan olur ki yine de bu sözler senin neyine...

       ... Neden böyle düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim insanlar?

       En uzun gece 21 Aralık hicap duydu unvanından, geceler içinde karar kıldı gözyaşı pınarında kan öğüten, can veren, kavuşmaların mahşere kaldığı 6 Şubat’ı acı bir layıkiyetle seçti.

       Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa, Osmaniye, Diyarbakır, Adana, Kilis, Elazığ! Geri dönüşler, acı hatıralara sünger çekmek değil; aksine unutmamak üzere kalbine kazıyıp varlığını diretmekle hâsıl olur.   Biz varız ve buradayız. Dirilişin ezgileri bizlerin bestesinde hayat bulacak, vesselam...

 

Yüksel İpek Karayılan