Onlar Öndeler, Onlar Öncüler
Şule Yüksel Şenler ile Röportaj
Röportaj Elif Yaman, Saliha Can, A. Zeynep Toprak
Geçmişe dönüp baktığımız zaman çok büyük bir kitleye hitap ediyorsunuz. Bugünkü gibi televizyon, internet gibi hızlı iletişimi sağlayan araçlardan hiçbirisi yoktu. Peki bu ilginin arkasında ki şey neydi? Nasıl insanlar bu kadar çok ilgi gösteriyorlardı?
Milletimiz ne kadar ihmal edilmiş, ne kadar hasret kalmış ki böyle şeylere, normal bir şeye karşı böyle tepkiler veriyor. Ben insanımızı suya aç toprağa benzetirim. Nasıl ki susuz toprağa su verdiğiniz zaman hemen emer. İnsanımızda kendisine bilgi sunulduğu zaman onu hemen alıyor. Yeter ki onlara bilgi sunacak tebliğ yapacak insanlar olsun…
Mücadele ettiğiniz dönemle ya da konferanslarınızı verdiğiniz dönemle alakalı enteresan bir hatıranızı anlatır mısınız?
Ankara DTC Fakültesi Salonu'nda konferansım var. Ankara'ya geliyorum. Ankara'ya girer girmez sokakta ilanlar duyurular: "Şule Yüksel Şenler konferans veriyor". İnanamadım. Her taraf afişlerle kaplı. Ve o Ankara kalkmış kalkmış oturmuş, o kadar çalkalanmış. Biz de bir gün evvelden geliyoruz. Gece otelde kalacağız. Vakit akşamüzeri. Havalar da soğuk değil. Ama benim birdenbire sesim kısılıyor. Kısılmayı bırakın o kadar boğuk ve bed bir ses ki... Bakıldı, olmayacak, doktorlara başvuruldu. Telaş içinde doktorlarımızın da biri geliyor biri gidiyor. Her biri bir şey tavsiye ediyor. Hepsini tatbik ediyoruz. Kaynar sulara tutuluyorum, başımdan aşağı örtüler vs... Olmuyor. Annem dedi ki "Kızım o zaman başka bir tarihe erteleyelim.". "Olmaz anne", "Neden kı- zım?", "Allah kerim"... Sabah kalkıyorum, ses yine aynı. Aynı boğuk berbat ses... Annem yine yalvarıyor. Öğlene kadar neler yapmadık... Hiçbiri fayda etmedi. Annem ağlıyor: "Kızım ne olur bizi dinle. Koskoca üniversite salonunda neler ümit ederek geldiler. Bu sesle konuşulur mu?". "Olsun anne, Allah kerim" diyorum, başka da bir şey demiyorum. Konferans için koca bir salon dolmuş, başka bir salon açmışlar. Merdivenler, koridorlar, kantinler... Her taraf olduğu gibi dolu... Yağmurlu bir gün olmasına rağmen dışarısı tıklım tıklım, içerisi almıyor. Cumhuriyet gazetesi, ki hep islamî kesimin toplantılarını çok az sayıda gösterir, baş sayfada yazmış. İnanamadık: "Şule Yüksel Şenler’in konuşmasını Ankarada on bin kişi dinledi." Onların dediği on bin, artık bilemiyorum gerisini. Orda sahneye kadar geldik. Annem bir yanda oturdu. Çantamı anneme vereceğim: "Al anne" dedim. Sesim yine berbat, boğuk... Annem yine üzülüyor, ağlıyor sessiz sessiz. Ben mikrofonu elime aldım, besmele çektim. "Esselamu aleyküm" dedim. İnanır mısınız bu ses, bugüne kadar hiç olmadığı kadar net, dört buçuk saat bülbül gibi şakıyor. Kendim inanamadım kendi sesime. Daha enteresanı, konferans bitti. Sesim açıldı sandım. Selamladım. Tekrar anneme döndüm, "Anne çantamı verir misin?". Ses yine aynı, iğrenç boğuk ses.
Yazarlık hayatınızdan biraz bahseder misiniz? Ve yazarlık hayatınızın belki de en önemli meyvesi olan Huzur Sokağı'ndan…
"Huzur Sokağı" demek bir hidayet kapısı demek bir bakıma. Yani birçok kişinin, kaç nesil geçti bakın hidayet kaynağı oldu elhamdulillah. Okudum kapandım, okudum tüm hayatım değişti diyen bir sürü insan oldu. 1967'den 2007'ye... 40 senedir sanki ilk basılmış gibi bugün hala aynı şekil devam ediyor. Çok enteresan bir hikâyesi vardır Huzur Sokağı'nın. Ben daha açık bir genç kızım. Bir gün ağabeyim eve Şule adında bir mecmua (dergi) getirdi. Hakikaten çok da okşayıcı bir üslupla çıkan bir dergiydi. Kendi kendimle baş başa kaldığım zaman okuyorum ağlıyorum. Bana çok sıcak duygular yaşattı bir nevi benim hidayetimin başlangıcı sayılabilir. Sonra düşündüm dedim ki Şule'ye ya kısa bir roman ya da uzun bir hikâye yazayım.
Hemen başladım kurmaya. Romanı kurarken ağabeyimden çok etkilendim. Ağabeyim tam bir Müslüman genç ben ise Bati hayatının izlerini taşıyan genç bir kız. Bilal karakterinde ağabeyimi; Feyza karakterinde ise kendimi canlandırdım. Yazmaya tam başlayacaktım ki dergi kapandı.
Aradan epey bir zaman geçti. Bu geçen süre zarfında benim hidayetim kapanmam gerçekleşti. Ben de o zamanlar ilk günlük İslamî gazete olan Bugün'de yazmaya başladım. O sıralarda konferanslarda başladı. Çok yoğun bir tempoyla çalışıyoruz. Bir gün ağabeyimi rejisör Yücel Çarhoğlu çağırıyor. Şule Hanım bize bir film senaryosu yazabilir mi diye ricada bulunuyor. Ağabeyim bana söylüyor bu teklifi ben de memnuniyetle kabul ediyorum. Ama tek bir şartım var o da o zamanların klasik var olan
İslami içerikli bir senaryo yazmayacağım diyorum. Benim yazacağım senaryo günlük hayattan olmalı fakat İslami izler ve motifler taşımalı diyorum. Ben de senaryoyu kabataslak olarak yazdım ve Yücel Bey'e gönderdim. Yücel bey diyor ki ben senaryoyu okudum çok beğendim ama bu filmi çekerken özüne sadık kalmaya dikkat etsem de başkaları dikkat etmez oradan kırpar buradan kır- par ve Şule Hanım'a çok büyük saygısızlık yapmış olurum diyor. Yücel Bey böyle bir karar alınca tabi benim yazdığım senaryo kaldı.
Bir gün Mehmet Şevket Eygi (o zaman, Bugün gazetesinin sahibi) yazdığım senaryoyu roman olarak yazmamı ve gazete yayınlanmasını istedi. Ben bu fikre sıcak baktım. Bir gün konferans vermek için şehir dışına çıktık. Konferans saatine az bir zaman kaldı ben de bekliyorum. Ağabeyim telaşlı bir şekilde içeri girdi ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. O da sen hiç radyo dinlemedin mi dışarı hiç bakmadın mı? diyor bana. Ben de hayır diyorum. Radyoyu açıyoruz ben şok oluyorum. "Şule Yüksel Şenler ilk romanını yazdı. Şule Yüksel Şenler, Huzur Sokağı'nı yazdı diye bangır bangır anons ediyorlar." Ben o kadar şaşırdım ki ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Dışarı bir bakıyorum ki kocaman bir afiş "Şule Yüksel Şenler ilk romanı "Huzur Sokağı"nı yazdı. Pazartesi günü Bugün gazetesinin yayınlanmaya başlıyor." O anda ne yapacağımı şaşırdım. Konferansı verdikten sonra İstanbul'a döndüm. Önümde yazmak için 2 günüm var. Neyse pazartesi günü yayınlanacak tefrikayı yazdım ve gönderdim. Artık ondan sonra daha da yoğunlaştım. Konferanslarım devam ediyor her gün günlük gazeteye yazı yazıyorum bir de artık her güne roman yazmaya başladım. Bu şekilde yoğunluk devam etti ben birinci cildi yazdim.
Ondan sonra benim mahkumiyet hayatım başladı. Hapishanede de ikinci cildi yazarım diye umut ediyordum ve çıkınca yayınevine vermek üzere konuşmuştuk. Ama benim düşündüğüm gibi olmadı. Oradaki insanlar bana kalem tutturmadılar. Aradan zaman geçti ben hapishaneden çıktım. Tabi yayınevi sahibi beni bekliyor. Baskıya gireceklermiş. Ben de kitabın henüz bitmediğini söyledim ve toparlamak için zaman istedim. Ama maalesef ki anlayış göstermediler. Ve bana bir gecelik zaman verdiler. Bir gecede romanı bitirmemi istediler. Bu düşündüğünüz zaman gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydi. Ben de yapamayacağını dile getirdim fakat hiçbir şekilde kabul görmediği için o gece odama çekildim ve yazmaya başladım. Fakat o kadar zor ki yazmam. Başladım yazmaya bir yandan yazıyorum bir yandan da hüngür hüngür ağlıyorum. Çünkü kitabın son kısımları tam duygusallığın zirveye ulaştığı anlar. Sabaha kadar hiç uyumadım ve elhamdulillah sabaha karşı bitirdim. Bir gecede kitabın tam 56 sayfalık kısmını yazdım. Bu Rabbimin bana büyük bir yardımıydı. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar zor yazılma süreci de olsa iyi ki yazmışım diyorum.
Çünkü 1967'den günümüze kadar birçok insana hidayet kaynağı oldu. Bu gerçekten büyük bir lütuf ve Rabbimin bana büyük bir ihsanı. Belki de hayatımın en güzel meyvesi…
Şöyle geçmişe dönüp baktığınızda bu zaman ki gençlikle geçmişte ki gençliği kıyasladığınız vakit nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
O zamanın İslamî gençliğine önder olabilecek bir tek Necip Fazıl Bey vardı. Fakat o zamanlar o kadar kurak bir devir ki... Ben de Necip Fazıl'ın konferanslarına giderdim. Allah ona gani gani rahmet etsin. Nur içinde yatsın. Konferanslarında gençleri coştururdu. O zamanın gençliği aslında bir çok şeyden mahrum bir gençlik- ti. En önemlisi ise gerçekten mahrum bir gençlikti. Ben gençler üzerinde çok fazla duruyor- dum. Özellikle liselere din dersi konulması üzerinde çok fazla çalıştık. Bir kampanya başlattık. Hükümet çok fazla sıkıştı. Ve mecburen konulmak zorunda kalındı.
Bu meşakkatli hayatınızı uzun soluklu yürüyüş olarak nitelendirecek olursak bu yürüyüşte hiç moral bozukluğu yaşadınız mı?
Her türlü çirkin hareketle karşı karşıya kaldığım zamanlar oldu. Bunlar bana tesir etmezdi. Yani onların o halleri beni daha çok kamçılıyor- du. Ve daha çok coşuyordum. O mücadelenin lezzetini anlatamam size. Bir yandan ciğerimiz yanıyor bir yandan islama sataşılıyor. Neler neler…
Bana neler neler yaptılar bunlar bana hiç dokunmadı. Hakaret- lerle karşılaştığın zaman sende aynı şekilde cevap verebilirsin ama karşılık vermemek ve sessiz kalmak daha faziletlidir. Şimdi onun için hem nefis terbiyesi oluyor hem de çok güzel neticeler alıyorsunuz. Bir müddet sonra görüyorsunuz ki o size ok atanlar sataşanlar gelip özür diliyorlar.
Hidayeti kelimelere dökseniz neler söylersiniz?
Hidayet hidayet kitabımda da yazdığım gibi cidden Allah'ın çok büyük bir lütfu çok büyük bir ihsanı. Çünkü onun karşılığı gaflet. Daha kötüsü küfürdür. Küfür imanın karşısıdır. Yani inkar. Onun için müslümana verilen bu güzel iman hidayetle çiçek- leniyor. İmanımız hep vardır. Ama hidayeti tatmayan bilemez. Hidayet kelimelere dökülemeyecek kadar hem derin manalar taşıyor hem de büyük bir mutluluk. Yani ömür boyu değil. Sonsuza kadar mutlu bir hayatın yolu oluyor. Çünkü neden cennetle müjdeleniyor- sunuz. Hidayet onun ilk kapısı. Adeta cennetin kapısı gibi. Tabi bundan sonra ki o hidayet yolunda yürüyeceğiniz o attığınız adımlarınızda dikkat etmeniz şartıyla...
Sağlık sorunları yaşayan Şule Yüksel Şenler'e, bizi kırmayıp zamanını ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.