İstanbul Sit Alanları Alan Yönetim Başkanlığı Şehir Plancısı Yeşim Börek ile Fetih den Sonra Tarihi Yarımadayı Konuştuk
Röportaj: Zehra YURDAN – Sena DAĞ
Genç Öncüler: İstanbul Sit Alanları Alan Yönetim Başkanlığı’nın sorumlu olduğu alanlar hakkında bilgi verir misiniz?
Yeşim Börek: Sorumlu olduğu alan Tarihi Yarımada. Zeytinburnu ve Eyüp sınırları içinde kalan bir koruma bandı var. Özel bir kurum kurulmasının nedeni burası Dünya Miras Alanı. UNESCO’nun 1985 de ilan ettiği Dünya Miras Alanı 4 bölge olan; Süleymaniye (hatta şu an içinde bulunduğumuz alan da dünya miras alanının içinde), Zeyrek Mahallesi (Zeyrek Camii ve o eski Türk ahşap evlerinin yoğun olduğu yerler 1985 de daha yoğundu şimdi öyle niteliği çok fazla kalmadı), Sultanahmet Topkapı ve çevresi, Karasurları’nı bilirsiniz, Ayvansaray’dan başlayıp Yedikule’ye kadar sağda ve solda koruma bandını içeren aşağı yukarı 100-300 metreyi bulan bu alanların yönetimi ile ilgileniyor. Ama yönetimden kastım imar planı üretmek üzerindeki inşaatlara izin vermek ya da ruhsat vermek gibi inşaya yönelik bir yönetim değil. Daha çok kurumlar arasında eş güdümü sağlamaktır. Ayrıca Dünya Miras Alanları ile ilgili UNESCO her sene Temmuz başında her ülkenin katıldığı toplantılar gerçekleştiriyor ve Alan Başkanlığı olarak bu toplantıları takip ediyoruz. Bu miras alanlarının korunma durumuyla ilgili raporlar yazmak ve yapılan çalışmaları da UNESCO mevzuatıyla yerel mevzuatımız arasında koordinasyonu sağlamak. Daha çok eş güdüm koordinasyon kurulu gibi yoksa bir proje burada yapılacağı zaman Alan Başkanlığından izin alınmıyor.
Genç Öncüler: İstanbul’un Fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in imar girişimlerini başlattığını biliyoruz. Fetihten sonraki dönüşüm adına başlıca Kanuni dönemi, 1. Dünya savaşı, Cumhuriyetin ilanı ve devamında Tarihi Yarımadada birçok büyük değişimler yaşandı. Bu uzun yolculuğu nasıl okumalıyız?
Yeşim Börek: Fetihten önce İstanbul dediğimiz Sur’i sultani. Divan yolundan başlayıp ordu caddesinde bir mese yolu var orası temel ana hat. Süleymaniye’de de bir kilise var burası şehrin çeperiydi. Bundan sonrası büyük bostan ve tarım alanlarını oluşturuyor. Her ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi en sonda, şehrin kenarlarında romanlar var. Bir miktar Balat, Marmara ve Haliç sahilinde Yahudiler bulunuyor. Tabi balat bir Yahudi, Samatya ve Kadırga da Ermeni azınlık vatandaşlarımızın bulunduğu semtlerdir. Çemberlitaş’a kadar yoğun bir yerleşim alanı oradan Süleymaniye’ye kadar kısmen yerleşim alanı sonrası artık köy, şehir değil. Sulukule’nin Kentsel Dönüşüm Projesi olan alanda, sur diplerin de küçük imalatlar, istenmeyen fakir gruplar gibi şehirle çok ilişkisi kurulmayan tarımla uğraşan insanlar var. Orayı bir kent gibi düşünmeyin bostanlar var bostanın içinde bir ev yapısı var. Fatih burayı fethettiğinde aslında İstanbul fiziksel olarak çok iyi bir durumda değildi. Çünkü fetihten önce Doğu Roma-Batı Roma savaşları olmuş, Ayasofya yağmalanmış, saray yağmalanmış, hipodrom neredeyse yıkılmak üzere olduğu halde geldiğinde İstanbul’a âşık oluyor. Buraya bir saray inşa ediyor. Ve Anadolu’dan çok hızlı bir şekilde Türk nüfusu getiriyor. Buraya gelenleri bölge bölge yerleştiriyor. Bizans da yarım adanın içini 12 bölgeye ayırmış, Fatih de bu 12 bölge kuralını bozmadan ve daha önceki sosyal doku ve inanç gruplarını çok rahatsız etmeden dengeleri koruyarak çok ciddi bir nüfus getiriyor. İstanbul’un o dönemde aslında ilk göçü, zorunlu ama ilk büyük göçünü yaşıyor. Ve hızlı bir şekilde nüfusu artıyor. Sonrasında külliyelerin yapımı başlıyor. Fatih Sultan Mehmet ilk olarak Fatih Camii’ni inşa ediyor ama Fatih Camii o günün ölçeğinde şehrin dışında kalıyor, amacı şehri oraya kadar büyütmek ve gelen Türk nüfusunu yerleştireceği boş alanları planlayarak külliye yaptırmak. Külliye demek hastane demek, medrese ve okul demek. Tabi etrafına hızlıca mahalleler oluşturuyor. Birde klasik Osmanlı mahalle ölçeği; mescit, sıbyan mektebi, çeşmeler her mahallenin olmazsa olmazıdır. Yani daha çok mahalle odaklarını oluşturmaya başlıyor. Onun döneminde yapılan mescit sayısını bilmiyorum ama ulaşılmaz bilgiler değil. İlk Fatih Camisiyle başlayan külliye yapımı sonrasında Yavuz Sultan Selim, Mihrimah Sultan gibi büyük külliyelerle o dokuyu iyice yerleştiriyorlar. Ama Haliç bölgesi özellikle Fener ve Balat hem Patrikhaneden dolayı bir Rum nüfusa sahip, Patrikhaneden sonra Ayvansaray’a kadar da Yahudi nüfusa sahip bir alandır. Zaten taş yapıların yoğun olduğu bölgeler gayrimüslim mimarisidir. Kadırga ve Samatya’da taş yapılar vardır ama Süleymaniye’ye baktığınızda yapılar ahşaptır. Sofular ve Zeyrek Türk mahallesidir ve bir de o zamanı düşündüğümüzde bırakın sosyal olarak ayrışmayı mimari olarak da ayrışmış durumdalar. İlk yaptığı işlerden birisi kilise ve cami yaptırmak. En büyüğü Ayasofya, çok simgeseldir. Cami ihtiyacı çok çabuk giderilebilir İslam coğrafyasında, ya da mescit kurmak zor birşey değil çünkü İslam’da anıtsal yapıya ihtiyaç yoktur. Ayasofya’nın özelliği sembolik olması ve Hıristiyanlar için kutsal olmasıdır. Roma’nın simgesi olduğundan burası artık İslam toprağı diyor. Kalenderhane Cami, Zeyrek Cami, Fenari İsa Cami (Vatan Caddesi üzerinde), İmrahor Cami (Yedikule taraflarında) bunların hepsi kiliseden dönme yapılardır. İkinci olarak yaptığı işler büyük bir nüfus getirerek sosyolojiyi değiştirmesi oluyor. Ve şehri Surlara kadar yayan bir politika uyguluyor. Bu politika 19. Yüzyılın sonlarına kadar gayet düzgün bir şekilde yürütülmüş. Birbirine çok saygılı bir mimari var. Sosyolojik olarak mimari eserlerin kuralları var. Mesela çok klasiktir; Haliç’e bakan sırtlarda birbirinin rüzgârını kesecek yükseklikte binalar yapamazsın. Hiçbir Gayrimüslim binası bir Müslüman’ın binasından daha yüksek olamaz. Önce yazılı olmayan sonra yazılı hale gelen iyi bir mimari nizamnamesi var. Avrupa ya gittiğinizde, her tarihi Avrupa şehrinin bir meydanı vardır. Eğer o meydan kilise etrafındaysa, şehir kurulduğunda şehrin iktidarı ve gücü kiliseye aittir anlamına gelir. Eğer meydan belediye veya yönetimle ilgili bir binanın etrafındaysa, kurulan iktidar seküler idareye aittir. Şehir, iktidar savaşlarının yapıldığı yerdir. Mekânın siyasetle çok ilgisi vardır. Kim güçlüyse mekâna o damgasını vurur. O yüzden Fatih bunu çok iyi bilirdi, çünkü Roma, Fars, İran İmparatorluğu’nun tarihini okumuş ve içselleştirmiş biri olduğundan iktidarı elde etmenin ilk yolu mekâna hükmetmek olduğunu bilen biriydi. İktidar 19. yüzyıl sonlarına kadar padişah olduğu için iktidarla ilgili sorun olmadığından, imar politikasıyla da ilgili sorun oluşmuyor. Mesela dünyanın ilk finans merkezlerinden Kapalı Çarşı’yı kuruyor, limanları kuruyor, Roma’dan gelen limanları genişletiyor. Süleymaniye Camisi, Yavuz Sultan’ın Yavuz Selim Camisiyle ‘evet iktidar benim’ deniliyor. Osmanlının bu konuda ki farkı şu; diğer İmparatorluk devletlerinde saraylar, kiliseyle ya da yönetim kimdeyse yönetim binasıyla çözülür. Bizde ise külliye ile çözülür. Orda yaşayanlara da hizmet eden bir sistematik ile çözülüyor. Osmanlı mekâna hükmetmeyi sosyal politikayla gerçekleştirmiş. Süleymaniye Cami o dönemde çok pahalı bir camiidir ama sadece cami yapıp bırakmıyor hızlıca ona hizmet edecek sistematiği kuruyor, medresesini kuruyor. Darülfünun o dönemde İslam dünyasında ki en büyük medreselerden biridir. 19. Yüzyılın sonlarına doğru bu düzen bozulmaya başlıyor. Sadece iktidarla değil sanayi devrimi gibi bir mesele ortaya çıkıyor. Geleneksel yaşam biçimi, geleneksel yönetim ve ticaret biçimi değişiyor. Mesela Kapalı Çarşı’nın finans merkezi yeni dönem finans sistemi merkezine uymuyor. Çünkü diğer tarafta emanet var, kasa var kişisel güven sistematiği var. Hızlıca Beyoğlu bankalar caddesi kuruluyor, limanlar Anadolu yakasına geçiyor. Yavaş yavaş sanayi devrimine ayak uydurma dönemi başlıyor. Çünkü burası tarım toplumu, bütün sistem limanlardan tarım ürünleri getirerek ticaret yapmak. Tabi sonrasında fabrikalar kuruluyor, ticaret yapılan materyaller değişiyor, ticaret yolları değişiyor. Buranın klasik sokak dokusu artık kayboluyor çünkü araç geliyor araca uygun şehir yok, atlı arabayla işler çözülmüyor artık banka kuracaksın ahşap binayla banka kurulmuyor. Sonrasında Süleymaniye külliyesi çok büyük bir yozlaşmayla çöküyor. Bu binalar vakıfların elinde boşalmış bir sürü ev olarak kalıyor. Bunu sadece Süleymaniye için değil Fatih için söylüyorum, sosyal doku tamamıyla değişiyor. Bekâr evleri tarih boyunca var ama Unkapanı Haliç kıyısı, Tahtakale çevresinde bekâr evleri çoğalmaya başlıyor.
Genç Öncüler: Osmanlının yoğun olarak hissedildiği mekânlardan uzaklaşmak batılılaşmaya adım atmak olarak görülüyor diyebilir miyiz?
Yeşim Börek: Tabi, İstanbul payitahtın yeri. Artık Osmanlı demek, geçmiş demek. Yeni bir ulus devleti kuruyorsunuz. Tabi savaş dünyanın her yerinde yeni bir kimlik oluşturuyordu. Bu dünyanın her yerinde böyle olmuştur. Çünkü sanayi devriminden sonra fabrikaya yakın olmak önemli, merkeze yakın olmak değil. Bir tüccar için limana yakın olmak önemli oluyor tarihi merkez kavramı önemini yitiriyor.
Genç Öncüler: Günümüzde yozlaştırılan içi boşaltılan Vakıf geleneği ile karşı karşıyayız. Osmanlıda Vakıf kültürü nasıldı ve Cumhuriyet döneminde bu sistem nasıl yok edildi?
Yeşim Börek: Vakıf sisteminde hayrat ve akar diye iki kavram vardır. Hayrat; cami medrese gibi binalardır. Akar; bunların bakımını, yaşamasını sağlayan ticarettir. Vakıflar genel müdürlüğünün yaptığı ilk iş, bu akarları satışa çıkarmak oldu. Artık özel mülkiyet koruma kavramı ortadan kalkmış oldu. Yarımadanın çökmesinin en önemli sebebi Vakıf sisteminin çökmesidir. Çünkü evlerin çoğunluğu vakıflara aittir, vakıf sistemi çöktüğü anda bu evlerin bakımı biter, mekteplerin, çarşıların finansmanı gider. Süleymaniye’nin kurduğu çarşıdan gelen parayla oradaki öğrencilerin iaşesini, caminin günlük bakımı sağlanırdı. Devlet ekstra para harcamaz. Ama Cumhuriyet tüm vakıflar sistemini Ankara’ya tek bir sisteme bağlıyor.
Genç Öncüler: Günümüzde Süleymaniye butik otel bölgesine çevrilmek isteniyor. Bu konuda ki fikriniz nedir?
Yeşim Börek: Süleymaniye’de oteller açılmaması için büyük bir çabamız var. Sultanahmet’e dönsün istemiyoruz. Turistlik bölgelerde de yaşam alanları olmalı. Yaşam alanı olarak dizayn edilse insanlar burada yaşar. Bölge tamamen turistlere tahsis edilince halk orayı terk ediyor. Gezeceği yere turistler gereken yerlerde 1 km yürümeli. Örneğin 20 sene önce Topkapı’nın bahçesine otobüsler sokulurdu. Giriş kapısında ki kırıklar hala duruyor.
Genç Öncüler: Osmanlının izlerini silmek için kurgulanan imar yarışmasını kazanan Henry Prost İstanbul’da büyük bir kıyıma imza atmıştır. Henry Prost ile beraber İstanbul’da ne oldu?
Yeşim Börek: 1936 yılında Henry Prost geliyor. En büyük yıkımı haliç kıyılarını sanayiye açmasıdır. O zamanlar arıtma sistemi olmadığından bütün atıklar Haliç’e atılıyor. Boğaz kıyıları, Kuruçeşme kömür depoları hepsi Prost’un İstanbul’a hediyesidir! Atıkların acısını Haliç’te çok sonra yaşadık.
Genç Öncüler: Demokrat Parti döneminden başlayarak günümüze gelirsek Kültür mirası üzerinde olan dönüşümü nasıl okuruz. Dönüşümle beraber ne kazandık ne kaybettik?
Yeşim Börek: Menderes zamanında 54 tane Mimar Sinan eseri yıkılmıştır. Yine Menderes zamanında Fatih Camii Medreseleri de yıkılıyor. Niye Mimar Sinan Yapıları bu kadar önemli? Çünkü Osmanlı ‘medeniyet’ üzerine kurulmuştur. Turgut Cansever “ Bizim ecdadımız bir mekân oluştururken o mekânın ruhunu oluştururdu. Ondan sonra mekânı oluştururdu” der.
Bizim kültürümüzde meydan diye bir kavram yoktur. Bizde ki meydan caminin avlusudur çeşme başıdır. Meydan Avrupalılaşma, batılılaşmadır. Haussmann; Paris merkezini yeniden düzenleyen bir mimardır. Baştan aşağı bir medeniyet kuruyor. Haussmann aslında bir askerdir, devrim sırasında asker geliyor kimseyi yakalayamadıkları için eylem caddede olsun, yanına ikişer tane polis dizip halkı kontrol altına almak için meydan kültürü oluşuyor. İktidar-mekân ilişkisi böyle bir şey işte. Sonralarda İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) binaları ve karşısına SGK binaları yapılıyor.
Genç Öncüler: Başımızı çevirdiğimiz her bilbordda açılan her kanalda kentsel dönüşüm reklamını görüyoruz. Kentsel dönüşümün yakın tarih hikâyesini anlatabilir misiniz?
Yeşim Börek: Dönüşüm kavramı ilk depremden sonra ortaya çıktı. 1950 den, dönüşüme kadar İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başladı. Gecekondu kavramı ortaya çıktı. Bütün İstanbul’un sınırları bambaşka yerlere geldi. 80-85 e kadar gecekondu kültürü sürdü. İlk Zeytinburnu ile başlayan sonrasında Sarıyer sırtları, Boğaz sırtları, Gültepe, Çeliktepe, Levent tarafları hep gecekondu mahallesi idi. Tamamen kontrol dışı gelişti. Osmanlının ‘rüzgârını kesme zarar verme’ hikâyesinden ‘canın ne istiyorsa onu yap’ hikâyesine gelindi. Okmeydanı tarafı Fatih Sultan Mehmet’in kişisel vakıf arazisidir. Bırakın bina yapmayı üzerinden kuş bile geçiremezsiniz. Hiçbir kontrol mekanizması olmadığından tamamıyla iş, arazi mafyası üzerinden yapılıyor. Herkes para veriyor ama parayı devlete vermiyorlar. Kaç katlı yaptığının hiçbir önemi yok zaten gelen derme çatma katlar yapıyor. Bu tabi 70-80 ne kadar işçi sınıfı, fabrikaların yanlarında kurulan binalar şeklinde oluyor. 1970 lerin Bayındırlık Bakanı’da bırakın yapsınlar diyor, çünkü çözüm üretmiyor. Vakıf arazileri yağmalanıyor, orman arazileri hazine arazileri yağmalanıyor. İstanbul hiçbir anlamı olmayan bir şehir haline geliyor. O dönem yarımada da yoğun binalar olduğu için gecekondulaşmayı yaşamıyor. Ama gittikçe sosyal sınıfın derecesi düşüyor. 80 sonrası birer katlı binalar, birer ikişer kat yapılıyor, imar affı getiriliyor. Oy almak için her gelen iktidar imar affı getiriyor, böylelikle 9-10 katlı binalar meydana geliyor. Prost’tan beri yarımada da 40 50 rakımlı bir kavram var. Denizden 40 metreye kadar olan kısmını düşünürsek 5 katlı bina yapabilirsin, 40-50 metre arası 4 katlı, 50 metrenin üstündeyse 3 katı aşamazsın. Bunun nedeni İstanbul’un siluetin bozulmaması. 36 yılında Prost bu kuralı. Eskiden hiçbir binanın çatısı yoktu İstanbul’da, 4’lü filizler bulunurdu tepelerde bunun nedeni; ilk seçimde ‘bir kat daha çıkacağım’ demektir. 1999 depreminden sonra dönüşüm yapılmak istendi. Ama zaten mevcut imar hakkının 2 katı bina var. Devletin bunları yıkmaya ne siyasi ne de maddi gücü var. Fatih için konuşalım mevcut imar hakkı 50 rakımla 3 katı yapamazsın, dönüşüm yapmak için adamlara bu binayı yık demen lazım. Hadi yıktın yerine ne yapacaksın? 5 katlı bina yıkıp 3 katlı bina yapacaksın. 5 katlı bina da 10 tane mülkiyet sahibi var, 150 m2 bir daire de oturuyor, 3 katlı binaya inince 70 m2 ye iniyor. Ortak iş yapamadığı için bir de bunu müteahhite veriyor. Müteahhit de ‘bedavaya yapmayacağım bir katta ben istiyorum’ diyor böylelikle dönüşüm falan olmuyor.
90lar dan 2000 lere siyaseten çok karışık bir dönemdeyiz. Doğudan ikinci bir zorunlu göç dalgası geliyor. Artık Zeytinburnu sınırlarını aşmış, Sultanbeyli tek parsel üzerinde bir ilçe oluşturmuş. İş olarak kontrol mekanizması çığırından çıkıyor. 2004-2005 kentsel dönüşüm kavramının ortaya çıktığı zamandır. Bu da şu demek; 5 katlı binayı ve yanındaki binaları alıp tek mülkiyet haline getiriyor aradaki yolları da işin içine katınca müteahhit payını verip hepsini yıkınca, otopark, site haline getiriyor. Şu an dönüşüm her yerde var. 3 kişi bir araya geldiğinde kolaylıkla bir şeyler yapılabiliyor. Ama iş yarımadaya geldiğinde işler değişiyor. Çünkü koruma planı var. Olağanüstü koşullar var. Dokuyu değiştiremezsin, eski eser yüksekliğini aşamazsın ve daha bir sürü ayrıntı. Yenileme kuralları kuruldu. Yenileme kanunları çıkartılarak Sulukule, Tarlabaşı, 360 projesi onaylandı. Tarlabaşı normalde 4 katlı cumbalı taş yapılar, orada sit alanı koruma planı var. 2005 yılında diğer bölgelerde dönüşümü kolaylaştırılan kurallar sit alanlarında da uygulanmaya başlandı.
Genç Öncüler: Kentsel dönüşümün sosyal yapıya etkilerinden bahsedersek. Ne kaybediyoruz?
Yeşim Börek: Bizler sitelerimizde gördüğümüz komşuya “günaydın” dahi demiyoruz. Ölsek ertesi gün işe geç kaldığımız için merak ediliriz. Işığımın açılmaması ya da sabah olduğu halde kapanmaması komşumuzu endişelendirmiyor. Eskiler merak ederdi. Bir derdi mi var diye. Osmanlı zamanında camın önüne kırmızı çiçek konduğunda seyyar satıcılar sessiz geçerdi. Anlarlardı ki o evde hasta var. Komşuluk kültürünü kentsel dönüşümle kaybettik. Şuan ki kültür mahalle üretmiyor. Örneğin özel sektör eliyle yapılan Piyale Paşadaki kentsel dönüşüm “bakkalı, simitçisi, manavıyla İstanbulluların özlemini duyduğu sadelik ve huzuru insanlarla buluşturacak bir projeye imza atacağız” sloganıyla pazarlanıyor. Devasa binalar ile yaşam stili satılmaya çalışılıyor. Aşağıya bir sokak yapınca komşuluk olacağını sanıyorlar. İnsanlar şehir merkezlerine dönmek istiyor. Konforlu sitelerde sıkıldılar, hayatın olmadığını anladılar. Şehre gelmen araban yoksa en az 1 saatini alıyor. Canınız istediği zaman hayata karışamıyorsunuz. Zenginler yarımadaya geri dönmeye başladı. Zenginler gitmiş fakirler içerde kalmıştı. Şimdilerde ‘artık buralar şehrin kıymetli yeri sizin burada işiniz yok’ diyorlar. Balat şimdilerde Cihangir’in ilk zamanlarını yaşıyor. Tarih boyunca Balat’ta hiçbir otel yok. Orası konut alanı. Kendi iç dinamikleri, mekânı zamanla değiştirilebilir. Sermaye bir dönüşüm sağlayabilir. İnsanlar gelir ve gidebilirler. Şehir yaşayan bir yerdir. Cumhuriyetin başından beri insanlar sürülmüş. Yaşayan bir kent olması için nesillerin aynı ortamda yaşaması lazım. Aidiyet duygusu yok. Sosyal doku 20 yılda bir değişmiş. Örneğin camilerin etrafını meydanlaştırmak insanları camiden uzaklaştırır. Otobüsten inip camiye 10 dakika yürünmez. Cami evlere yakındır. Caminin etrafı meydan olursa cami olmaktan çıkar müzeye döner, turistik alan olur. Ramazanda tercih edilir sadece. Meydan hastalığımız camilerin etrafını boşaltarak başlamış. Fatih camiinin etrafında binlerce insan yaşıyordu.
Genç Öncüler: Yenileme alanı ilan edilerek zenginler için gasp edilen Sulukule’nin son durumu nedir?
Yeşim Börek: Şu an Sulukule Suriyelilere kiraya verildi. Bahçeli villa alınabilecek paralarla insanlar oradan ev aldılar zamanında. Buradan gönderilen romanların hepsi yollandıkları evlerden feragat ederek Fatih’e geri döndü. Sokakta yaşayan insanları site hayatına mahkûm edersek yapamazlar. Olmadı da. Hepsi dönerek Karagümrük ve Balat’dan ev kiraladılar. Taksim’de çiçek satan adamın işi saat gece 12 de bitiyor. Taksim’den Taşoluk’a Kayabaşına nasıl dönsün? Araziden gönderilen Romanlar surun diğer tarafına geçmiş oldu. Romanlar Fetihten önce oradaydı.
Genç Öncüler: Sizi bulmuşken her gün önünden geçtiğimiz Haşim İşcan geçiti çıkışında İstanbul İlahiyat Fakültesine çıkan kestirme yolda bulunan Hapolieutos Kilise kalıntısını sormak istiyorum.Belediyenin dibinde olan bu alan için hiçbir adım atılmamasının nedeni nedir?
Yeşim Börek: Bizde arkeoloji müze fikri çok oturan bir fikir değil. Aydınlatma düzenleme güvenlik ile oranın sıkıntısı halledilebilir. Açık hava müzesi haline dönüştürülebilir.