21 Kasım 2024 Perşembe
Röportaj

Dr. Muhammed Hüseyin Mercan ile İhvan, HAMAS ve İslami Direniş Üzerine Konuştuk

          Hocam bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizi tanıyarak başlayalım, Muhammed Hüseyin Mercan kimdir?

          2008 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldum. Ardından “Suriye Dış Politikası ve Ulusal Çıkar: 1990- 2010” başlıklı yüksek lisans tez çalışmamı 2011’de tamamladım. 2017’de İstanbul Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde “İslami Hareketin Kurumsallaşma Sorunu Işığında Müslüman Kardeşler Teşkilatı” başlıklı çalışmamla doktora derecesini aldım. Hâlihazırda Ankara Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doçent olarak görev yapmaktayım. Ortadoğu Siyaseti üzerine çalışmalarımı yürütüyorum. Bu alanda ulusal ve uluslararası düzeyde makale ve kitap çalışmalarım mevcut. Ortadoğu'nun yanında aynı zamanda Türk dış politikası, İslamcılık ve İslami hareketleri yan çalışma dalları olarak devam ettiriyorum.

          Hamas zemininde sorularımızı soracağız ama öncelikle şunu sormak istiyoruz; Hamas ve İhvan hangi zeminde buluşuyor? Şu an mevcut konjonktürel ilişkileri ne durumda?

          Müslüman kardeşler 1928’de Hasan el-Benna tarafından Mısır'da kurulduğunda belki kendisi bile aslında bu yapının uluslararası arenada belirleyici, etkileyici, dönüştürücü bir vasıf üstleneceğini tahmin etmiyordu. İsmailiye şehri o dönem Mısır’ın en fazla Batılılaşmış şehirlerinin başında geliyordu. Sosyolojik bir ihtiyaç nedeniyle, gençlerin batılılaşma temayülünden ötürü toplumda dini hassasiyetleri arttırmaya yönelik bir gayretin, hassasiyetin neticesinde Müslüman Kardeşler kurulmuştu, neşvünema bulmuştu. Fakat otuzlarla beraber hem hareketin Kahire'ye taşınması hem de Mısır siyasetindeki değişimlerle Müslüman Kardeşler’in Mısır siyasal sistemini doğrudan etkileyen, 1940’larla beraber de Mısır’a eğitime gelmiş olan öğrencilerin kendi ülkelerine dönmesiyle uluslararasılaşma sürecine gelen bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz. Şunu ifade etmek gerekir ki Müslüman Kardeşler Teşkilatı, kendinden sonra kurulmuş olan İslami hareketleri, dünyanın her yerinde istisnasız bir şekilde etkilemiştir. Ya örgütsel yapısı itibari ile ya endoktrinasyon yöntemiyle ya da finansal özerkliği ile ama bir şekilde mutlaka İhvan tesirini modern İslami hareketlerin üzerinde görürüz. Bu İhvan’ın şubesi gibi çalışan, bir ülkede, bir coğrafyada bağımsız faaliyet gösteren yapılar için de geçerli bir durumdur. Müslüman Kardeşler ve Hamas arasındaki ilişkiye bakarken aslında bunu Hamas’tan önce Filistin İslami hareketi zemininde değerlendirmemiz lazım. Çünkü 1940’ların başında Müslüman kardeşlerin ilk örgütlenmesi Filistin’de başladığında artık yeni bir formda bir bilinçlendirme çalışmasının sahada olduğunu görüyoruz. Tabii bugünkü Filistin’den daha farklı bir durumda. Burada söz konusu, Gazze'nin Mısır’ın toprağı gibi görüldüğü, Kudüs'ün henüz işgal altında olmadığı, Yahudi terör örgütlerinin İngiliz manda yönetiminin desteğiyle beraber Filistin topraklarını işgale yeltendiği bir durumda, henüz 1948 öncesi devletleşme sürecinin öncesindeki bir durumda, Filistin İslami hareketinin oluşmaya başladığı ve bunun doğrudan Müslüman Kardeşler formuyla beraber devam ettiğini görmekteyiz ki İsrail'in kurulmasından sonra da yine Filistin topraklarında Müslüman Kardeşler’in etkin bir örgütlenme biçimi ve yine faaliyetlerini yürüttüğünü biliyoruz. Lakin işgalin sınırlarının genişlemesi ve özellikle de 1950’lerin ortalarından itibaren Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ve Arap Ligi’nin, İsrail’e karşı mücadelede sahada etkin bir şekilde kullanabileceği bir yapı olarak kodlaması ve Yaser Arafat’ın ilerleyen dönemlerde o karizmatik liderliği ile beraber sadece FKÖ’nün değil Filistin siyasallığının uluslarası arenada meşhur temsilcisine dönüşmesi, Filistin İslami Hareketini küresel bir etki alanından ziyade daha yerelde, toplumda, dini bilinçlenmeyi sağlayan bir harekete dönüşmesini de beraberinde getirdi. Özellikle 70'lerin ortalarında Şeyh Ahmet Yasin’in öncülüğünde faaliyet gösteren Gazze merkezli İslam topluluğunun çalışmalarına baktığımızda, bu yapının faaliyetlerinde önceliğin hem dini hem de işgale karşı mensupları bilinçlendirme üzerine belirlendiğini net bir şekilde görebiliyoruz. Fakat 80’lerin değişen doğası ve Fetih’in veya FKÖ’nün seküler Arap milliyetçi tonu nedeniyle o Filistin’deki İslamcı gelenekten gelen isimlerin kendi damarlarını ve geleneklerini temsil edecek bir harekete duyduğu ihtiyaç, 1987 Aralığında “Hareketi Mukavamatul İslamiye” olarak adlandırılan, İslami Direniş Hareketi’ni yani kısaltılmış haliyle Hamas’ın kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Hamas, Filistin topraklarında İslamcıların duyduğu bir ihtiyaç sonucunda ortaya çıkmış bir harekettir. 1988’deki ilk tüzüğüne baktığımızda Hamas kendini Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın Filistin kolu olarak tanımlar. İlk kurulduğu dönemi itibariyle sadece Hasan el-Benna’nın okumuş, belirlemiş olduğu normlar üzerine hareket eden bir yapıdan, aynı zamanda kendini bizzat İhvan ile özdeşleştirip kendini İhvan’ın kolu gibi tanımlayan bir hareketin sahada var olduğunu görüyoruz. Fakat ilerleyen yıllarda bu durum değişmiş ve Hamas, İhvan ile ideolojik bağlarını koparmasa bile artık örgütsel anlamda kendi kodlarıyla hareket eden bir yapıya dönüşmüştür.

          7 Ekim olayları, dünyada çok yankı uyandırmasıyla birlikte Hamas’ı kendi öz varlığına bağlayan bir tesire dönüştü. İhvan’ın burada doğrudan etkilendiği bir pozisyondan bahsedemeyiz. Burada artık Hamas üzerinde konuşmalıyız.

          Aksa Tufanı Operasyonu, Filistin direnişini kolektif bir bilinçle hareket etmesi sonucunda Hamas’ın silahlı kanadı Kassam Tugayları öncülüğünde gerçekleştirilmiş olan ve sadece Filistin direnişinin kendi öz iradesiyle hatta daha da ötesinde Hamas ve Kassam’ın öz iradesiyle başlayan bir operasyondur. Bu nedenle hem başlangıç dinamikleri hem de sonuçları ve gelecekteki muhtemel yansımaları itibariyle de Hamas’ı ve Filistin siyasetini etkileyecek olan yapıda bir hadiseden bahsediyoruz. Zaten İhvan ve Hamas arasında organik bir ilişki olmadığı için şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki Aksa Tufanı’nı Tunus’taki Nahda üzerinde, Türkiye’deki Millî Görüş ve İslamcı gelenek üzerinde Pakistan’daki veya Bangladeş’teki Cemaat-i İslam üzerinde etkisi ne olacaksa İhvan üzerindeki etkisi de o kadar olacaktır. Onun dışında bir anlam yüklemek hem Aksa Tufanı’nın kendisine hem de Müslüman Kardeşler’in kendisine biz haksızlık olur.

 

 

          Peki 7 Ekim süreci Hamas’ın geleceğini nasıl etkiledi?

          Bu elbette savaşın nasıl sonuçlanacağı ile savaşın nereye evirileceği ile doğrudan alakalı bir soru. Aslında sürecin geleceğine dair somut deliller olmaksızın Hamas eksenli bir projeksiyon sunmak da mümkün olmayacaktır. Çünkü önümüzde henüz devam eden bir soykırım süreci ve işgal devletinin Gazze’yi ilhak noktasında ısrarcı olduğuna dair bir gerçeklik var. Fakat bu sahanın dengelerinin değişmeyeceği anlamına da gelmiyor. Belki de bu röportajın yayınlanacağı vakitte bölgede büyük bir savaş patlak verecek ve küresel güçler bu savaşın potansiyel maliyetlerini elimine edebilmek, ortadan kaldırabilmek için Netanyahu hükumetine çok büyük bir baskı yaparak onu Gazze’de ateşkese zorlayacaklar. Ya da bu durum gerçekleşmeyecek, Gazze’deki soykırımın boyutları daha da artacak ve bu iş başka bir yere doğru gidecek. O nedenle Hamas’ın geleceğini konuşurken Aksa Tufanı’nın nasıl sonuçlanacağının, bu sorunun ana belirleyicisi olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bunun dışındaki her şey kehanetten öteye geçmez. Bir bekleme sürecinin olduğunu ifade etmemiz lazım. Diğer taraftan şunu da söylememiz gerekiyor. Aksa Tufanı kısa vadede statükoyu değiştirmese dahi orta ve uzun vadede bölgenin bütün statükosunu dönüştürecek bir motivasyona kapı aralayan bir hadise. Bu nedenle Aksa Tufanı’na dair beklentilerimizi kısa vadede tutarsak burada bir başarı göremeyebiliriz.

          Burada Hamas ekseninden çıkıp Müslümanlar üzerindeki etkisini konuşursak belki daha objektif bir şekilde, mevcut deliller üzerinden bir projeksiyon sunabiliriz.

          Aslında eğer Müslümanlardan kastımız İslam dünyası ise elbette bunun uzun vadede onlar üzerinde de bir etkisi olacak. Ama yine de bizim ana mevzuyu Filistin sathında tutmamız gerekiyor. Çünkü Aksa Tufanı her şeyden önce işgal altındaki toprakları, işgalciden temizleyip Filistinlilerin devlet kurma hakkına ulaşması maksadıyla yapılmış bir operasyon. Yani Kassam Tugaylarının bunun ötesinde başka bir amacının olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Yani Hamas, Aksa Tufanı ile beraber o geleneksel Filistin topraklarının ötesine gitmek gibi bir iddiaya sahip değil. Ya da bütün Müslüman dünyaya yeni bir kimlik aşılamak gibi bir dertleri de yok. Öncelik işgale son vermek. İkincisi işgalcinin kontrol ettiği toprakları ele geçirip bağımsız Filistin Devleti’ni kurmak ve Mescid-i Aksa’yı özgürleştirmek. Yani burada bizim Hamas’a dair beklentilerimizi de aslında sınırlandırmamız ve kontrol altında tutmamız gerekiyor. Hamas’ın bütün mazlumları özgürleştirmek gibi bir derdi yok. Evde bir yangın söz konusuyken komşusunun yardımına koşma gibi bir derdi yok Hamas’ın. Kendi yangınını söndürmekle mükellef olan bir yapıdan bahsediyoruz ki bu da sonuçlarını önce Filistin sathında göreceğimiz sonra belki oradan mülhem bir motivasyonla bunun küresel etkilerinin olacağı bir durumdan bahsedebiliriz. Peki, bunun Filistin’e etkileri ne olabilir? Aksa Tufanı, az önce de ifade ettiğim gibi Filistin direnişinin kolektif bir bilinçle hareket etmesi sonucunda ortaya çıkar. Bugüne kadar yarı pasif bir direniş sergileyen Filistinliler Aksa Tufanı ile beraber savunma merkezli bir anlayıştan saldırı merkezli bir stratejiye geçiş yaptılar. Bu aynı zamanda Gazze’de bulunan Kassam dışındaki diğer 11 direniş grubunun da “Ortak Operasyonlar Odası” çatısı altında birleşip ortak düşmana karşı tek bir merkezden direnişi yürütme unsurunu doğurdu. Ki bu, Filistin siyasallığının kendi içlerindeki ihtilafları bir kenara bırakıp “önce düşmanı kovalım sonra kendi gündemimize bakarız” gibi bir anlayış benimsemesini de beraberinde getirdi. Bu da Filistin tarihindeki en önemli kırılma noktalarından biriydi. Bu yönüyle Gazze’nin ayakta kalıp kalamayacağını şu anda kestiremiyoruz. Belki de Gazze düşecek. Belki Hamas da yenilecek. Ama Aksa Tufanı’nın başlatmış olduğu durum, meydana getirdiği atmosfer, insanların zihninde yıktığı mitler, kalplerde sildiği korku ve bir taraftan da düşman mensuplarının kalbine saldığı korku bölgede orta ve uzun vadede yeni bir gerçekliğin tezahür etmesine imkân tanıyacak bir noktada. İşte biz bu bakımdan Hamas’ın geleceğini de ancak sahanın bu bağlamında değerlendirebiliriz. Ama şunu söyleyebilirim ki saha bize bir şey söylüyor. İnsanlık tarihinin en büyük zulümlerinden birine maruz kalmalarına rağmen, çoluk çocuk demeden, anne rahmindeki cenin demeden, her türlü Filistinlinin potansiyel terörist düşman olarak tanımlanarak en ağır silahlarla katledildiği; sudan, ilaçtan, yemekten, ekmekten, hijyenden, çok temel ihtiyaçlardan mahrum bırakıldığı bir ortamda, bir Gazzelinin bir Filistinlinin ağzından Hamas’a yönelik bir itiraz duymadık. Hamas’a lanet görmedik, Hamas’a dair bir kalkışma göremedik. Bu bile bize şunu söylüyor; işgal devleti ne yaparsa yapsın Hamas, Filistin toplumunun en önemli ve meşru direniş hareketidir. Sahadaki bu gerçeklik değişmeyecektir. Kolektif direniş bilinci, Batı Şeria’da da yeni bir hareketlenmeyi sağladı ve böylece özellikle işgal devletinin Batı Şeria’daki saldırganlığı artınca Aksa Şehitleri Tugaylarının, Kudüs Seriyyelerinin, Kassam’ın, Batı Şeria’daki küçük de olsa diğer direniş gruplarının veya bu taburlardaki uyuyan hücrelerin artık aktif hale dönmeye başladığını görüyoruz. Bu ne anlama geliyor? Filistin sathında yayılan bir direniş fikri var. Hamas 1987’de kurulmuş bir siyasi örgüttür ama Hamas’ın bugün itibariyle Filistin toplumuna aşıladığı şey bir örgütün ötesinde bir fikirdir. Hamas artık Filistin’in İslami direniş normunu, nosyonunu temsil eden bir harekettir. Hamas’ın örgütsel yapılanmasının ortadan kalkmış olması Hamas’ın aşılamış olduğu o fikrin yıkılacağı ve ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Bu nedenle de ilerleyen süreçte sahada karşılaşacağımız o durumlar üzerinden ifade etmemiz lazım. Burada belki İsmail Haniye şehadetine bir atıf yapılır. İşgal devletinin temel derdi neydi? Hamas’ın o karizmatik liderini ortadan kaldırdığında Hamas’ın ciddi bir motivasyon kaybı yaşayacağını düşündü. Hâlbuki Hamas öyle bir yapı ki her bir bireyi, her bir lideri, her bir komutanı zaten suikasta uğrama ihtimalini bildiği için bu senaryolara hazırlıklı. Ve Haniye’nin şehadeti sonrası ne yaptı? Çok hızlı bir aksiyon alarak yeni liderini belirledi. Şunu söylemek lazım. İsmail Haniye geldi görevini layıkıyla gerçekleştirdi, misyonunu tamamladı ve şehadetle çok güzel bir şekilde gitti. Bir İsmail Haniye vardı ama artık yok. Bir Filistin vardı ve bir Filistin yine var. Bir Kudüs vardı, bir Kudüs yine var. Ve bir Kudüs kıyamete kadar var olacak. Burada sadece Filistin’in meselesinden de bahsetmiyoruz çünkü. Ramallah hükumeti şöyle bir açıklamada bulunsa; “Biz Kudüs’ten vazgeçiyoruz, buyurun işgal devleti İsrail, Kudüs’ü yönetsin. Biz Batı Şeria eksenli Filistin Devleti’ni kuracağız.” dünyadaki Müslümanlar için, bu fikir bitecek mi? Bitmeyecek bir fikirden bahsediyoruz. Hamas sahih bir İslamcılık fikrini topluma aşılaması bakımından onu kurumsallaştırması bakımından çok önemli bir görev ifa etti. Bu nedenle artık biz Hamas’ı sadece kurumsal yapısı, örgütsel bağlamı üzerinden değil o fikirsel zemini bakımında da değerlendirmemiz icap eder.

           Dediğiniz gibi bu ilerleyen bir süreç ve nasıl gelişmeler olacağını bilmiyoruz. İhtimal üzerinden konuşacak olursak, zafer kazanıldığı taktirde Hamas’ın tekrar iktidar olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

          Hamas şu an Filistin siyasetinde en güçlü siyasal aktör. Bunun adını koymamız gerekiyor. Elbette güçlü rakipleri var. Bu anlamda el-Fetih’i yok sayamayız. Fetih de bir fikir çünkü. Bunu unutmamamız gerekiyor. Fetih de sadece Mahmud Abbas’a ve onun yanındaki bir kaç isme indirgenebilecek bir yapı değil. Bu nedenle toplumda hâlâ ciddi karşılığı var. Özellikle Bergusi gibi bir isim Fetih’in başına gelmiş olsa Fetih’in ciddi manada bir zıplama bir ivme yakalayacağını hatta belki de iktidara ortak olabilecek bir noktaya gelebileceğini çok net bir şekilde söyleyebiliriz çünkü o da bir fikir. O da daha seküler bir Arap milliyetçiliğini temsil etmesi nedeniyle bir fikir. Sadece bir hareket, bir yapı değil. Bu bakımdan Hamas bir fikri temsil etmesi nedeniyle Filistin siyasetinde hep var olacak. Adı Hamas olur ya da olmaz ama o gelenek devam ettirilecek. Ve Hamas o geleneğin en güçlü temsilcisi. Şöyle bir örnek vereyim. İlk insani ara verilip esir takası olduğunda bir genç salınmıştı. Batı Şeria’da annesi ona sarıldı hasret giderdi ve sonra şöyle bir slogan attı. “Canımız kanımız sana feda olsun ey Hamas.” Filistinliler şu sloganlara alışkındı; بالروح بالدم نفديك يا القدس, بالروح بالدم نفديك با فلسطين.Filistin’e ruhunu, canını, kanını feda eden Filistinliler normaldi. Ama Hamas’a bu sloganın atılması, Hamas’ın Filistin toplumundaki ve sokaklarındaki o karşılığının en somut göstergesidir. Bu nedenle şunu net bir şekilde ifade edebiliriz ki 7 Ekim zaferle sonuçlanırsa bu zaten Hamas’ın etki alanını daha da genişletecektir. Tabi şu da var, 7 Ekim her halükârda bir zafer. Kalplerdeki korkuları yıkması ve zihinlerdeki algıları değiştirmesi bakımından bir zafer. Ve her halükârda bu İsrail için, bir işgal devleti için stratejik bir mağlubiyet. Gazze düşse de düşmese de. Hamas Gazze üzerindeki o etkisini devam ettirecek. Filistin siyasetinin baş aktörlerinden olmaya devam edecek.

          Hocam biraz konunun dışında bir soru soracağız. Yahya Sinvar çok hızlı bir şekilde seçildi. Tahmin ettiğimiz kadarıyla Kassam Tugayları gecikmeli bir şekilde bağlılık sözü verdiler. Tabi iç siyasetlerini bilemiyoruz ama Yahya Sinvar, Hamas için ne ifade ediyor? Hangi mesajı içeriyor?

          Öncelikle Yahya Sinvar’ın seçiminin çok stratejik olduğunu belirtmek gerekir. Bu bize bir şey söylüyor; Hamas, Gazze’deki o soykırıma maruz kalan, hareket alanı kısıtlanan Gazze’deki Hamas yöneticileriyle ve Batı Şeria’daki, diasporadaki Hamas’ın yönetici kadrolarıyla temasın devam ettiği, kolektif aklın ortada olduğu ve kurumsal aklın muhafaza edildiğinin en önemli göstergesi Yahya Sinvar’ın, İsmail Heniyye’den sonra başkan seçilmesidir. Bu öyle bir kurumsal akıl ki sahanın ne istediğini bilip karşılık veren bir akılıdır. Aynı zamanda süreci doğru okuyan bir akıldır. 7 Ekim öncesinde İsmail Heniyye şehit edilseydi veya doğal yollarla hayatını kaybetseydi yahut yoruldum deyip istifa etseydi, o zaman Hamas’ın başına kimin geleceğine dair farklı görüşler beyan edebilirdik. Yine Sinvar en önemli adamlardan biriydi. Ama savaşın devam ettiği süreçte, savaş Gazze’den yürütülüyorsa, liderin Gazze üzerinde otoritesi olup benimsenmiş ve karizmatik liderliği devam ettirebilecek birisi olması gerekir. Hamas içerisinde siyasi kanatla askeri kanat arasındaki rabıtayı sağlayabilecek en güçlü isim Yahya Sinvar’dı. Bağlılıkla alakalı olarak o birkaç günü hiç gündeme bile getirmeye gerek yok. Şu da var, artık Gazze’de her yer kontrol altında. Bu nedenle iletişim sınırlılığından ötürü Kassam istediği zaman istediği şeyleri de duyuramıyor. Mesela aylardır Ebu Ubeyde görüntülü mesaj yayınlayamıyor. Yani Sinvar, bizzat Kassam’ın benimsediği bir lider. Ki Aksa Tufanı’nı komuta kademesinden, stratejik aklın başına gelenlerden birisi Yahya Sinvar. Bir diğer husus; Yahya Sinvar stratejik ve diplomatik aklı çok yüksek birisi. Bu yönüyle önemli bir aktör. Filistin’de yeni bir motivasyon oluşturabilecek hatta seküler Arap milliyetçisi Filistinliler üzerinde de etki oluşturabilecek bir karakterden bahsediyoruz. Diğer bir taraftan Yahya Sinvar, ana dili gibi İbranice konuşan, işgal devletinin siyasal sistemini ve kırılganlıklarını çok iyi bilen birisi. Bugün İsrail toplumunun en çok korktuğu isim kendisi. Böyle bir seçimle beraber Heniyye’nin şehadeti nedeniyle psikolojik üstünlük elde etmeye çalışan İsrail’e karşı, Hamas’ın siyasal aklı da, Yahya Sinvar’ın seçimi ile Yahudi toplumu üzerinde başka bir psikolojik üstünlük sağlamayı başardı. Bu yönüyle Sinvar’ın seçimi çok stratejik ve doğru bir adım.

 

 

          7 Ekim sürecinde Müslüman ülkelerin pasif kalmalarının sizce sebepleri nedir?

          Bu aslında küresel siyasetin genel çerçevesi ve bölgesel dinamiklerle doğrudan alakalıdır. Bu pasifliğin yanında asıl konuşmamız gereken şey İsrail’in uluslararası sistemdeki pervasızlığına, kural tanımazlığına karşı genel bir iradesizliğin ve eylemsizliğin olmasıdır. Bu işgal devletinin uluslararası sistemde istisnai bir pozisyona sahip olduğunu ortaya koyuyor. İsrail istisnacılığı dediğimiz bir durum var. Bu şu demek, başka devletlere haram olan eylemler İsrail’e mübah demek. Başka devlet yaptığında müeyyide uygulanırken İsrail yaptığında bir şekilde herkes bunu göz ardı ediyor. Şunu da ifade etmek gerekir, işgal devletinin en büyük silahlarından birisi kanıksatmaktır. İşgal devleti kanıksatır! Ve bu kanıksatma nedeniyle bir süre sonra siz duyarsızlaşmaya ve hissizleşmeye başlarsınız. O hissizleşme sizi eyleme geçmekten de alıkoyar. Çünkü hissetmiyorsunuz, alışmışsınız. Yine bu istisnacılığın farklı boyutları var. Neden Avrupa sessiz dersek ki Batılı kurumsallaşmış demokrasilerin normalde insan hakları ve uluslararası hukuk ihlallerinin yaşandığı bir yerde, daha fazla aksiyon alması beklenir. Fakat Filistin topraklarında bunu göremiyoruz. Bunun sebebi, Holokost borcu nedeniyle bir türlü İsrail’e karşı hamle yapamamaları. İsrail’e karşı kendilerini borçlu hissetmeleri. Diğer taraftan da Arap ülkelerinde Beni Faysal travması olarak adlandırdığı bir olgudan ötürü Arapların harekete geçememesi. 1973’te Suud Kralı Faysal, Batılı ülkelerin Filistin-İsrail geriliminde İsrail’in yanında yer almasından ötürü, petrol ambargosu uygulatarak onları tedrib etmek istemişti. Fakat ABD ne yaptı? Araplar, petrolü silah olarak kullanmayı öğrenirlerse bu bize çok daha bedel ödetir önümüzdeki yıllarda diyerek, hanedan mensubu birine CIA destekli bir operasyonla Faysal’ı öldürttü. Faysal suikastı Arapların zihninde bir travmaya yol açtı. “Sosyolojiniz gereği İsrail’e karşıt bir söylem üretebilirsiniz. Fakat İsrail’e karşı eyleme geçmeye karışırsanız benim demir yumruğumu üzerinizde hissedersiniz.” Çünkü eylemsizliğin en önemli sebeplerinden biri Arap liderlerin varlığını ABD ya da diğer batılı aktörlere muhtaç olmalarından kaynaklanıyor.

          Arap ülkelerindeki bu çekingenlik ölüm korkusundan mı kaynaklanıyor? Yoksa bölgede savaş riski mi korkutuyor?

          İktidarı kaybetme korkusu var. Burada monarşilerde kişi üzerinden düşünebiliriz. Faysal’dan sonra gelen Halid ile zaten ABD’nin isteyeceği bir ilişki dizayn edildi. Fakat siz diğer rejimlere geldiğinizde orada artık rejimin, kişinin değişmesi gibi bir durumda söz konusu olabilir. İktidarı kaybetme meselesi bugün Arap dünyasındaki eylemsizliğin en önemli sebebi. Müslüman dünyaya geldiğimizdeyse, kimi ülkelerin zaten bunu bir sorun olarak görmemesi durumu var. İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan bahsediyoruz ama yanıldığımız yer şurası; İslam İşbirliği Teşkilatı’na haddinden fazla anlam yüklersek bu bizi büyük bir hayal kırıklığına uğratır. İİT siyasal bir örgüt değil çünkü ortak çıkarları olan, ortak bir perspektif dâhilinde hareket edebilen bir örgüt değil. Birbirinden çok başka dış politika öncelikleri, dünya perspektifi, tasavvuru olan ülkelerden bahsediyoruz. İİT’yi ticari ilişkiler organizasyonu olarak tanımladığınızda zaten böyle beklentileriniz olmayacağı için hayal kırıklıkları yaşamıyorsunuz. Müslüman dünyadaki bazı devletlerin İsrail ile arasını açmak gibi bir derdi yok. Bu da eylemsizliğin başka bir nedeni. İşgal devletine karşı irade ortaya koyabilme potansiyeline sahip Müslüman ülkelere baktığımızda da karşımıza çıkan şey ekonomik ve toplumsal kırılganlıklar. Bunun doğurduğu şey kaotik bir düzen ve zemin olduğu için maalesef bu bedeli ödememek adına en azından hükümetler işgal devletine karşı somut adımlar atmak konusunda temkinli davranıyorlar.

          Türk toplumu ve Türk siyaseti adına alınan tavırları ve kararları yeterli buluyor musunuz? Nasıl değerlendirirsiniz?

          Dediğimiz noktadan devam edecek olursak bu toplumsal kırılganlıkların benzerini kendi üzerimiz örneğinde de görebiliyoruz. Türkiye’de Filistin’e dair hassasiyet ne kadar yüksekse, onun karşısında bunu hiçbir şekilde sorunsallaştırmayan bir kitlenin varlığı ortada. Bir taraftan boykot hassasiyeti Türkiye’de hiç olmadığı kadar yaygınlaşırken öte taraftan umursamayan ve özellikle boykot firmaları desteklemeye çalışan bir toplumsal tabanın olduğunu da görüyoruz ki bu insan doğasının aslında normal bir yansıması. Herkes aynı yerden düşünmek zorunda değil. Bu çerçevede toplumsal bakımdan bir hareketlenmenin, farkındalığın olduğunu görüyoruz. Bence Aksa Tufanı’nın en önemli kazanımlarından biri bu. Sadece Türkiye’de değil küresel düzlemde bu. Batılı ülkeler meydanlara çıkıp İsrail’i eleştiriyorsa bu artık şu demek; batı üniversiteleri bundan sonra yayınladıkları demokrasi indekslerinde İsrail’i, orta doğunun tek demokrasisi olarak gösteremeyecekler çünkü başta bunu kendi toplumlarına kabul ettiremeyecekler. Bu açıdan bu tür kazanımların olduğunu görmek lazım. Bunun devlet ve hükümet bağlamına geldiğimizde de, diplomatik ve hukuki girişimler yürütülüyor aktif bir şekilde. Ticari anlamda belli kısıtlamalar var ama özel sektörde de bir yere kadar sınırlandırma koyuyorsunuz. Sonuçta bir şirket mensubu alıp bunu başka bir yer üzerinden de götürebiliyor. Serbest piyasa ekonomisinde ne yaparsanız yapın bir yere kadar sınırlandırabiliyorsunuz. Diğer taraftan da çeşitli siyasi, diplomatik durumlar, ekonomik kırılganlıklar farklı aksiyonların alınabilmesini ya da somut yardımların yapılmasını etkiliyor, belli engeller oluşturuyor.

          Hem Türkiye hem de Müslüman ülkeler bağlamında, bu direniş ruhuyla bir başarıya ulaşabilmemiz açısından, küresel çapta Müslümanların ne gibi sorumluluklar üstlenmeleri gerekir?

          Bu öncelikle bütüncül bir düzen tasavvuru ile olabilecek bir şeydir. Yani Müslüman dünya, muğlak olandan ziyade somut gerçekliğin farkına varması ve bu somut gerçeklik üzerinden bir düzen tasavvuruna odaklanması gerekmektedir. Romantizmi bir kenara bırakmak gerekiyor çünkü romantizmin bir şey doğurmadığı, çözüm üretmediği ortada. Bırakın Batılı dünyayı, devletleri, Müslüman dünya dahi aynı zamanda birkaç krize cevap üretebilme, destek verebilme noktasında yeterli kapasiteye ve enerjiye sahip olmadığını bu süreçte gösterdi. Sudan’da dünyanın en büyük insan krizlerinden biri yaşanıyor, Sudan gündemimizde ne kadar yer alıyor. Suriye bizim ne kadar gündemimizde? Müslüman dünyadaki krizler ne kadar gündemimizde. Elbette Gazze’yi unutturmamamız gerekiyor ama Müslüman dünyanın gelecek projeksiyonuna baktığımızda daha gerçekçi daha somut bir çerçeveden kendi kapasitemizin bir farkına varmamız gerekiyor. Kapasitemizi fark etmeden, enerjimizin nereye kadar yeteceğini fark etmeden doğru stratejiler hayata geçirmeden zaten ileriye dönük farklı adımlar atmanın imkânı yok. Bütüncül bir düzen tasavvuruyla olabilecek bir husus. Müslüman dünyanın aktörlerini aynı hassasiyet içerisinde beklemenin de mümkünatı yok. Fakat öncelikle şunu anlamamız gerekiyor, işgal devletiyle müzakere edilemeyeceğini anlamamız lazım. İşgal devleti ile ancak mücadele edilir. Müzakere süreci zaten bitmiştir. Mücadelenin nasıl çeşitlendirilebileceğine kafa yormak, bu mücadelenin nasıl daha fazla caydırıcı olacağı üzerine kafa yormak gerekiyor. Farklı araçları, aygıtları bu çerçevede devreye sokmak, farklı mekanizmalar uygulayarak mücadele etmemiz gerekiyor. Yoksa aynı çerçevenin içinde kalmaya devam ederiz. Şunu da ifade ediyorum, Müslüman dünyanın Filistin konusunda gösterdiği hassasiyette İsrail ya da ABD konsoloslukları önünde miting yapması beyhude bir iş. Çünkü İsrail zaten eylemlere, protestolara karşı kondisyonu çok yüksek bir ülke. Bugüne kadar hangi protestonun, İsrail’e o geleneksel çizgisinden aldırdığını gördük. Jeopolitik bir zeminde hareket eden, dini inancı çerçevesinde agresif genişleme stratejisi güden bir devletten bahsediyoruz. Yine aynı şekilde Yahudi şeriatına göre yaptığı genişleme stratejisini meşru müdafaa olarak değerlendiren bir batı var. Öte taraftan ise İslam şeriatına göre işgal altındaki toprakların işgale karşı savunan mücahitleri terör olarak değerlendiren bir batı var. Ortada böyle bir batı varken bu batıyla hangi ortak müşterek, asgari müşterekler çerçevesinde buluşup da İsrail’e karşı çözüm üretebiliriz. Bizim artık bu gerçekliğin farkına varmamız gerekir. Sahanın gerçekliğini anlamadan, küresel düzenin gerçekliğini anlamadan ve kendi kapasitemizi, enerjimizi ve yapabileceklerimizi fark etmeden çözüm üretmenin mümkünatının olmayacağını da anlamamız gerek. Çağrıda bulunuyorum Müslüman dünyaya, gelin gerçekliği tanıyalım. Gerçekliği resmedip adını koyalım ondan sonra buna karşı mücadele etme hususunda ortak stratejileri nasıl belirleyeceğimizi konuşalım. Diğer türlü hayali bir zeminde buluşunca beklentileri yükseltiyoruz ama o beklentiler de bir türlü somuta dönüşmeyince de yerini hayal kırıklıklarına bırakıyor.

          Şöyle bir görüş var hocam; orta doğu siyasetin yapılabildiği bir coğrafya değil. Her zaman savaş ve direnişin olacağı bir coğrafyadır. Dolayısıyla dediğiniz gibi siyasal aklın oluşturulması için toplumların sekülerlik noktasından dindarlık noktasına meyletmesi gerekir. Bütüncül bir hikâyeden bahsediyoruz aslında, toplum ve iktidar birbirini tamamlayan iki olgu. Son olarak şunu soralım, batının düşüncesinde o farklılıkları ve aslında hiçbir zaman ortak noktada buluşamayacağımız gerçekliklerini görmemiz lazım. Ama en önce gençlerin de fark etmesi lazım. Geleceği şekillendirecek olan onlar. Ancak onlarda da bir batılılaşma temayülü var. Bu noktada gençlere siz ne tavsiye edersiniz.

          Şunu ifade edeyim, bu artık teopolitik bir mücadele. Kutsalın konuşmaya başladığı ve kutsalın kendi dışındaki her şeyi nesneleştirerek, pasifleştirerek, elimine ederek kendi gerçekliğini ortaya koyduğu bir durumdan bahsediyoruz. Bu tek yönlü bir kutsal değil. Yahudi kutsalı ile Hristiyan ve Müslüman kutsalının çatıştığı bir durumdan bahsediyoruz. Bütün semavi dinlerin eskatolojik perspektifine baktığımızda Kudüs’ün merkezde yer aldığını görüyoruz. Bu nedenle biz o yeni aklı inşa ederken alternatif düzenin imkânını merkezimize alarak bunu yapmamız lazım. Liberal düzen mitiyle ne Filistin meselesine bir çözüm bulunabilir ne Müslüman dünya kendi öznelliğini ortaya koyabilir ne de o İslam’ın kendi siyasal dairesindeki düzen tasavvuru gerçekleştirilebilir. Buradaki meselenin özü kompartımanlaştırılamayacak kadar sarih. Olaya bütüncül bir perspektiften bakmamız gerekiyor. Diğer taraftan da şurası var, Sünni, Şii siyasallığının, Siyonist, Protestan siyasallığının bütün öngörüsü Kudüs’ü ele geçirmektir. Böyle bir ortamda herkesin derdi Kudüs’se bu zaten bir barışın olmayacağının en önemli göstergesi. Bu şu demek; imkânsız bir barış varsa o zaman muhtemel savaşa hazırlanmak gerek. Özellikle Türkiye’deki gence, vatandaşa şunu anlatmak gerek; İşgal devleti Türkiye’nin potansiyel sınır komşusudur. Bugüne kadar herhangi bir İsrailli yetkiliden ‘Vaadedilmiş Topraklar eskilerin masalıdır biz bunu reddediyoruz, artık böyle bir derdimiz yok’ gibi bir açıklama duyduk mu? duymadık. Peki, işgal devletinin Gazze ile iktifa edeceğini düşünüyor muyuz? Böyle bir vaka da yok ortada. Hepimiz biliyoruz ki Gazze, Batı Şeria, Güney Lübnan, Golan, Suriye ve Türkiye’yi hedefliyorlar. Çünkü şuna da inanıyorlar; Fırat ve Nil arasında kalan bölge, tanrı tarafından onlara vaat edildi. Bu çerçevede hedefe ulaşmak için bırakın insanı tabiatı ve nebatatı bile yok etmeye kodlanmış hastalıklı bir zihinden bahsediyoruz. Böyle bir düşman. Ve bu düşmanın yaptıklarını ya olumlayan ya da karşı aksiyon alamayan ve unutturmaya çalışan liberal bir batı düzeni var. Biz bununla nasıl yol yürüyebiliriz. 7 Ekim 19. ve 20. yüzyılın siyasal ve hukuki normlarının yerle bir olduğunu gösterdi. Tüm kavramları yerle bir etti ve yeni bir gerçeklik sundu bize. Paradigmayı değiştirdi. Bir önceki paradigmanın iflasıydı 7 Ekim. 7 Ekim bizlere yeni bir paradigmanın inşası için imkân sundu. Müslüman dünya Gazze’deki birkaç bin izzetli mücahidin 2 milyona yakın Gazzelinin izzetli ve vakur duruşundan ilham alarak yeni oluşan statükoda alternatif bir düzen tasavvuru kurmalı. Hâlâ batıdan medet umarsak, Beyaz Saray’dan çıkacak bir kararla, batı üniversitelerinden gelecek bir bilgi ile buraların barışabileceğini düşünüyorsak yanılıyoruz. Çünkü kutsal konuşmaya başlayınca başkaları susar. Tevrat konuşmaya başladı artık. Evangelistler artık kendi İncillerini konuşturuyorlar. Artık seküler bilginin bir anlamı kalmadı. Bundan dolayı küreselciler büyük bir mücadele başlatıp bütün dini normları ortadan kaldırmaya istiyor. Öteki türlü din onları galebe çalacak. Paradigmayı oradan yırtmak istiyorlar. Bugün biz de kendi kutsalımıza dönerek, kendi kutsalımızın tasavvuru üzerinden hareket ederek ama romantize etmeden gerçekliğe uyumlu bir şekilde yeni stratejiler, aksiyonlar üretmemiz ve yeni akıl inşa etmemiz gerekiyor. Bu akıl olmadığı zaman hiçbir şey olmaz. Seküler Yahudi de dindar Yahudi de aynı şekilde hareket ediyor. Toplumumuzun dindarlığı ve sekülerliği dışında bir şey bu. Çünkü İsrail toplumunda karşılaştığımız şey şu, bir Yahudi’nin bireysel dindarlığı ya da tanrıyla bireysel irtibat kurduğu hususuyla ilgili bir şey değil. Kolektif bir ruh o. Bizim de artık o bireysel dindarlığın ötesine geçerek kolektif bir zeminde, İslam’ın o siyasallığı çerçevesindeki düzen tasavvurunun yollarını arayabilmemiz ve batı siyasalına karşı bunun alternatifini bulmamız gerek. Yoksa ne yeni nesil inşa etmemizin bir mümkünatı olur ne de inşa ettiğimiz sınırlı sayıdaki nesil karşıdaki kurumsallaşmış güçlü yapıya karşı mücadele edebilir.

          Hocam bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

          Ben teşekkür ederim.



          Röportaj; Merve Mahitapoğlu