İzlediğimiz şeyler o ana, o mekâna, o ruh halimize göre değişir. O anda içinde bulunduğumuz zaman, mekân, hal ne ise ona göre şekillenir, bellekte o haliyle yerini alır. Her ramazan ayında olduğu gibi bu ramazan ayında da İsrail Mescid-i Aksa’da Müslümanlara müdahaleden, saldırıdan geri durmadı. Her ramazan olduğu gibi bu ramazanda da yürekler yandı, şehitler verildi, masumlar öldü. Ama her sene olduğu gibi bu sene de bayramın birinci günü Aksa süslendi, balonlar asıldı, çocuklar-hayatta kalabilenler!-bayramlıklarını giydiler.
Tüm bunlar yıllardır yeniden yeniden yaşadığımız, her yıl belli zamanlarda yüreklerimizi dağlayıp sonra zamanla o ilk etkisini kaybeden “mesele”. Tüm gücü, tüm varlığı, tüm inancıyla bütün Müslümanların kutsalı olan toprakları bir avuç Müslümanın/Filistinlinin savunması meselesi. İşte her duygumun hepimiz gibi bu kadar tazecik olduğu bir zamanda izledim Limon Ağacı’nı. Yönetmenliğini Eran Riklis’in yaptığı Batı Şeria’da geçen film, Salma Zidane adında dul bir kadının, bahçesinin yanındaki eve İsrail Savunma Bakanı’nın taşınması üzerine bahçesinde geçimini sağladığı limon ağaçlarının kesilmesinin gündeme gelmesi üzerine verdiği mücadeleyi anlatıyor.
Filmin ilk sahnesi yaprakları dökülmüş bir ağaçta dalına tutunmuş asılı duran bir limon görüntüsüyle başlıyor, her şeye rağmen dala sıkı sıkı tutunmuş bir limon, her şeye rağmen hayata tutunan insan gibi. Salma, dul, geçimini babasının mirası olan 50 senelik limon bahçesindeki limonları satarak sağlayan bir kadın. Bahçenin hemen yanındaki eve “Teröre her yerde son vereceğiz” sloganıyla yeni seçilen İsrail Savunma Bakanı taşınıyor eşi ile birlikte. Bir sürü güvenliğin etraflarını sardığı ve korumalığını yaptığı çift, “Arkada Araplar var” diye endişelenen korumanın heyecanından bihaber eve yerleşiyorlar. Zaten arkada “Araplar”ın oluşu bir daha da gündemden düşemiyor.
“Hedeflerinize ulaşmanın yegâne yolu, sınırlarınızı kendinizin çizmesinden geçer.” diyen Bakan İsrael aslında daha filmin başında bunca yıllık İsrail meselesi hedefini, tek cümleyle açıklıyor. Hedeflerine ulaşmak için yıllardır çize çize bitiremedikleri sınırlar ve üstünü çize çize ezip geçtikleri insanları hatırlata hatırlata. Yeni taşındıkları evdeki endişesini dile getiren Bakan’ın eşi Mira “Burada yalnız uyumaktan korkuyorum.” diyor. İnsanın aklına üzerlerine bombalar yağan, sesten kulaklarını kapatan, korkan, ağlayan nice Filistinli küçücük çocuğun görüntüsü geliyor ve onların korkusu geçsin diye onları eğlemeye çalışan biraz daha büyük çocuklar ya da anne, babalar. “Korkma, Gizli Servis burada, seni korumak için en son teknolojiyi kuracaklar.” deyince Bakan, gülüyorum içten içe ya da belki ağlıyorum. Alınan onca güvenlik önlemlerine, dikenli tellere, kameralara rağmen Salma’nın limon ağaçlarının “İyi ama bir teröristin bahçeye sızıp istihbarat toplaması ya da bomba atmasını ne engelleyecek?” denilerek Bakan’ın can güvenliği için tehdit oluşturduğu için “askerî gereklilikler” sebebi ile sökülmesi gerektiğine karar veriliyor. ‘’Cömert’’ bir tazminat da teklif ediliyor fakat ‘’Bahçe babamdan miras kaldı, hiçbir tazminat onun değerini karşılayamaz.’’ diyen Salma, yakın zamanda şahit olduğumuz göğsümüzü kabartan, imanımızı sorgulatan nice Filistinli anne gibi kararlı, cesur ve boyun eğmez bir kadın. Keşke biz de Aksa bize peygamberlerden miras kaldı, hiçbir tazminat, hiçbir marka, hiçbir Siyonist malı onun değerini karşılayamaz diyebilsek.
Filmin benim için hatırlanması gereken bir başka sahnesi başına gelenleri anlatmak için Salma’nın oğlunu aradığı sahne. ABD’de bir restoranda bulaşıkçılık yapan ve her ay kendisine 150 dolar gönderen oğlu, “Bahçe işe yaramaz. Amerika’ya gel, burada kraliçe gibi yaşarsın hayat çok daha güzel.” diye cevap veriyor limon ağaçlarının kesileceği için duyduğu üzüntüyü anlatan annesine. Uzakta olmak olandan bihaber olmak değilse bile olanı olduğu gibi anlayamamak demek çoğu zaman. Hepimizin Kudüs için yanan ciğerlerindeki yangının bir süre sonra sönmesi gibi bir şey bu. Oysa oradakilerin ne ateşleri sönüyor, ne tahammülleri tükeniyor. Olanla yaşamaya alışkın, ama olana boyun eğmeden, az çok demeden direnerek var güçleriyle koruyorlar kutsal olanı. Bizler gibi ne sağır, ne kör ne de dilsizler. Salma’nın Batı Şeria’daki İsrail Sivil Yönetimi’ne itiraz için gittiği sahnede “Burada yapılabilecek bir şey yok, bu generalin kararı. Neden şikâyet ediyorsun? Sana tazminat önerdik değil mi? Etrafına bak, bu insanların gerçek sorunları var. Seninki önemsiz bir sorun.” diye aldığı cevap bana koca dünyanın “İtiraz ediyorum!” diyerek direnen Filistinli Müslümanlara seslenişi gibi geldi adeta. Kendince en kutsalına, manevi bağına, ekonomik tek imkânına, tek geçim kaynağına uzanan ele itiraz eden Salma’ya seninki önemsiz bir sorun demekle aynı.
Olaylar Selma’nın damadı vesile ile avukat (Ziyad Davud) tutması ile hızlanıyor. Bu ikili arasında bir aşk hikâyesi de geçiyor yan hikâye olarak ama hem filmi izleyecek olanlara söylenmemiş bir hikâye bırakmak hem de odağımızı dağıtmamak adına burada bahsetmeyeceğim. İlk davada “Ülkenin güvenliğine yönelik tehdit” olduğu iddiasıyla bahçeye gidiş yasaklanıyor ve etrafına teller örtülmesine karar veriliyor. En üst mahkemeye itiraz edeceklerini söylemeleri üzerine de olay Yargıtay’a taşınıyor. En çarpıcı sahnelerden biri de Bakan’ın olayın Yargıtay’a taşındığını söylediği zaman eşi ile arasında geçen diyalog. “Ben de olsam aynı şeyi yapardım. Kadın evini koruyor, ne bekliyordun?” diyen eşi Mira’ya Bakan İsrael “Birkaç limon ağacı için sisteme mi karşı çıkayım? 3000 yıldır kimse başka bir çözüm bulamadı bu işe.” diye karşılık veriyor. Sadece bugünün değil, dünün ve belki yarının meselesi bu. Biz “ bir avuç” Filistinli Müslümana benzemedikçe! Teller çekiliyor ama kararlı Selma yılmıyor, tellere tırmanıp, atlıyor. Kuruyan ağaçlarına, çürümüş limonlarına dayanamayıp bahçeyi suluyor. İlk gördükleri anda da namluları doğrultup tehdit edip çıkartıyorlar ama daha sonra ağaçların bakımsız ve kurumuş olmasını da mahkemede delil olarak kullanıyorlar. Yargıtay’da ağaçların bakımında 50 yıldır çalışan baba dostunun “Ağaçlar da tıpkı insanlar gibidir, insanlara benzer ruhları vardır. Kendileriyle her zaman konuşulsun isterler. Ben traktör kullanmam, ne yapacaksam ellerimle yaparım. Bu toprak bölgenin en verimli toprağıdır sadece bölgenin değil dünyanın en verimli toprağıdır.” cümleleri aslında ağaçların nasıl da insanları temsil ettiğini, ufakken büyüyüp yeşerdiğini anlatan harika bir metafor bence.
Bakan’ın evinde yeni ev partisi yapıldığı gün, gerçekten de limon bahçesinden Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından bir “saldırı” düzenliyor. Selma’nın evi de içeride birini saklıyor iddiası ile darmadağın ediliyor. Ertesi sabah eve gelen gazeteciye “Taşındıkları günden beri hayatım tam bir cehenneme döndü. Dün Bakan’ın kendisi limonlarımdan çaldı. Askerlerini limon toplamak için bahçeme gönderdi, benden izin istemedi.” diyor. Tarihsel olan sürece ne kadar uyuyor değil mi cümleler. Hepsi özenle seçilmiş, özenle yerleştirilmiş. Diyalogların ve kurulan cümlelerin hepsi öznesi nesnesi değiştirildiğinde kuvvetli, manayı içinde taşıyacak kadar derin ve çok şey anlatıyor. Limon ağacı denen her yerde Aksa’daki zeytin ağaçları canlanıyor gözümde. Ardına kimse saklanamasın diye kesilen zeytin ağaçları. Bu sırada Bakan da gazetecilere ‘’Bu bahçe ilk bakışta çok zararsız gözüküyor değil mi oysa dün canıma kast eden kurşun bu masum bahçeden atıldı.” şeklinde demeç veriyor. Birkaç limon ağacının olduğu bu bahçeyi, ‘askeri bölge’, ‘dikkat ölüm tehlikesi’ yazarak insanları manipüle edebilen bir sistemin neleri nasıl manipüle ettiğini hadi bir kez daha düşünelim.
Film boyunca empati yeteneği ile kalpleri fethedense beklenmedik şekilde Bakan Israel’in eşi Mira Nevon oluyor. İki kadının birbirleriyle bakıştıkları ve Mira’nın başka bir bahane ile bile olsa Salma’dan özür dilediği sahneler sözsüz de çok şey anlatıyor. Öyle ki tüm olanları izleyen ve hatta bunun için gözyaşı döken Mira, ‘ülkesinin limitlerinin olmadığını’ düşünüyor. Televizyona katıldığı programda ‘’İsrail’in güvenliğinden sorumlu biri, birkaç limondan neden korkar ki?’’ sorusuna Bakan Israel ‘’Gizli Servise muhalefet etmek istemiyorum onlar riskli olduğunu düşünüyorlar, ben de katılıyorum.’’ diye cevap veriyor. Birkaç limon ağacı birkaç gözü kara Filistinli genç benim gözümde. Ve Filistinlilerin arasından tek başına kalan İsrail askerinin korku dolu kaçışı var gözümün önünde. Davanın sonuçlanacağı gün ‘’Adalet yerini bulacak. Biz kazanacağız, bütün Filistin halkı kazanacak. Kaybedersek bu hepimizin başarısızlığı.’’ diyen Ziyad’ın sözleri de yine en anlamlı diyaloglardan biri. ‘’Bayanlar baylar anlaşılan sadece Amerikan filmleri mutlu sonla bitiyor.’’ cümlesi ise filme son noktayı koyuyor.
Son sahneye gelecek olursak, son sahne tüm filmi özetleyen, bence çok çarpıcı, çok fazla anlamı bir arada barındıran, tüm film için kilit sahne. İzlediğiniz tüm filme bir kere daha iyi ki dedirten vurucu ve mutlu sonla bitmeyen bir sahne. Ama yine de bir umut taşıdığı kesin. Keyifli dakikalardan çok düşündürücü dakikalar için izlenesi başarılı bir dram. (Sadece bir film türü olarak dram, yoksa elhamdülillah daima ümit varız.)
Fatma Sena Yabanigül