Aksâ-yı Şark coğrafyasıyla irtibatımız çok eskilere dayanıyor. Aklımıza yakın zamandan gelen misal, II. Abdülhamid Han’ın Japonya’ya gönderdiği Ertuğrul Fırkateyni. Bu vesile ile beraber Tokyo’da cami, Çin’de ise medrese açılmıştı. Sonrasında kopan irtibat Kore Savaşı ile bir şekilde yenilenmiş oldu. Ertuğrul’da yaşandığı gibi Kore Savaşı’ndan da birçok hatıra kaldı günümüze. Günbegün hatıralarımızı anımsıyor, coğrafyamızın büyüklüğünüzü idrak ediyoruz. Hatıraların günümüze ulaşanlarından biri de geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi.
Beynelmilel coğrafyamızın hatıralarından birini işleyen Ayla, son dönem Türk sinemasının adından çokça söz ettiren filmlerinden biri. Seyirciyle buluştuğu günden bugüne milyonlarca insan tarafından seyredildi ve muazzam bir gişe başarısı yakaladı. Yurtdışında yapılacak gösterimlerin de benzer bir ilgiyle karşılaşacağını söylemek, zor değil. Özellikle filmin ortaklaşa çekildiği Güney Kore açısından da izleyici sayısını artıracağını tahmin edebiliriz.
Film, 1950li yıllarda yaşanan Kore Savaşı'nda çatışma ortasında kalan Koreli bir çocuğun bir Türk astsubayı tarafından sahiplenilmesi ve astsubayımızın ona kol kanat gererek adeta manevi babası oluşunu anlatıyor. Süleyman Astsubay ve verdikleri isme göre Ayla, çatışmaların yanı başında kışlanın içerisinde adeta baba - kız gibi birbirlerine bağlanıyorlar ta ki Süleyman Astsubay’ın görev süresi bitinceye kadar. Her ne kadar ayrılmak istemeseler de ayrılmak zorunda kalan ve geçen yıllar boyunca birbirini özlemle yâd eden baba - kız aradan elli yılı aşkın bir süre geçtikten sonra tekrardan buluşuyorlar.
Filmin ana karakteri Süleyman'ın birkaç bağ ve ilişki içerisinde olduğunu görüyoruz. Öncelikle görevi itibariyle devlet bağı, sevdiği kız itibariyle aşk bağı, Ayla'yı kurtarması açısından babalık bağı ve ailesi itibariyle de aile bağları var. Bu bağların merkezinde bulunan Süleyman ise "karıncalardan" çok şey öğreneceğine inanan bir asker. Nihayetinde astsubayımız Ayla ve devlet görevini benimseyerek geri kalan bağlarını bir kenara bırakıyor.
Süleyman'ın şahsında vurgulanan iki temel duygunun bugün de ihtiyacımız olan duygular olduğuna inanıyorum. Bu duygular mesuliyet ve hamiyet. Askere görev tebliğ edildiğinde cevabı "şeref duyarım" oluyor ve bu mesuliyet duygusu ile görevini layıkıyla yapmaya gayret ediyor. Sadece askerin emre itaatinden kaynaklanan bir mesuliyet değil bu; o dönemin birçok görevlisinde mesuliyet duygusu üst düzeyde. Hamiyet duygusu ise savaşın ortasında sahiplenilen, kışla ortamında sevgiyle büyütülen Ayla'da kendini gösteriyor. BM temsilcisine rapor edilen yetimlerin sayısının artmasını, Türklerin yetimlere sahip çıkmasıyla izah ediyor temsilci. Sonrasında ordumuz tarafından Kore'de kurulan Ankara Okulu'nda Koreli yetimler eğitim görüyor.
Konusu, coğrafyası, oyuncuları, platosu itibariyle Ayla, beynelmilel bir hüviyet kazanmış vaziyette. Filmin dağıtımcı şirket bile yerli değil; uluslararası bir şirket. Amerika ve Kore'de birçok insan Ayla'dan haberdar. Bu açıdan baktığımızda filmin Akademi Ödülleri'ne aday gösterilmesi de akıllıca bir seçim olmuştu ama ödül de alınamadı. Oyunculukları zaten bu ödüllerin üstünde olan Çetin Tekindor ve Taner Birsel'in kadroda yer alması tam yerinde. Genç oyuncular da iki usta ismi tamamlar kabiliyette.
Nihayetinde izlenmeye değer bir film Ayla. Sadece Kore Savaşı'nda değil; milletimizin yaşadığı birçok savaşta benzer öyküler bulmak mümkün. Kıbrıs, Sakarya, Çanakkale, Balkan Savaşları gibi birçok savaşta Ayla'nın kaderini paylaşan mazlumların öyküleri de bu film sayesinde umarız hatırlanır ve sinema hafızamızda yer eder. Tabi, iki bozuk dünya anlayışının, komünizmin ve kapitalizmin Kore'de ne işi vardı, (şehitlerimizin ruhlarını ve gazilerimizin izzetini incitmeden) bizim Kore'de ne işimiz vardı, sorularını sormadan bu yorumları yapıyoruz, hatırlatmış olalım.
Fazıl Cem