İranlı yönetmen Abbas Kiyerüstemi’nin “Ve Yaşam Sürüyor” filmi, kurgu ve gerçeklik arasında, çocuklardan ve kırsaldan fazlasıyla yararlanan, yaşam ve ölüm arasındaki çizgiyi vurgulayan, özgün ve şiirsel dilde bir yapıya sahip.
Köker –ve ya Deprem- Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Ve Yaşam Sürüyor; 1990 yılında Kuzey İran’da meydana gelen ve elli binden fazla insanın hayatını kaybettiği deprem sonrasını anlatıyor. Her an ölümle burun buruna olan insanların yaşadıklarına rağmen gündelik hayatlarına da devam edişlerine ve bir baba ile oğlunun "Arkadaşımın Evi Nerede?" filminin iki çocuk oyuncusunun akıbetlerini öğrenmek için yerle bir olmuş bölgeye doğru yola koyulmasına ve devamındaki trajedik olaylara şahit oluyoruz filmin akışı boyunca.
Yönetmen üçlemenin diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de ‘yaşamın değeri’ni işliyor. İnsan hayatı ve kendine has ruhsal ve psikolojik yapısı yine bu filmin de temelini oluşturuyor.
Genellikle ortamları filme uydurmayı değil de filmleri ortama uydurmayı tercih eden yönetmen bu filminde de bu özelliğinden vazgeçmiyor ve kimilerinin belgesel, kimilerinin ise kurgu olarak nitelendirdiği bu film ortaya çıkmış oluyor. Fransız filozof Jean-Luc Nancy’e göre ise ne tasvir ne de habercilik değildir, bu film, bir kanıttır. Mekanla yeterince bütünleşmeyi başaran bu filmde Kiyerüstemi’nin bu konudaki yeteneği açıkça görülüyor.
Filmde sıkça hatırlatılan “ölüm” kavramı, seyircinin bir kurmaca film atmosferinin içine girmesini engelleyerek yaşanan bir gerçekliğin olduğunu hatırlatıyor. Tüm ölüm ve kötü haberlere rağmen insanların “dünya kupası” gibi bir derdinin olması ilk başlarda garipsense de bunun sadece dışarıdaki insanları değil, olayları yaşayanları da ilgilendirdiğinin öğrenilmesi seyirciye her şeye rağmen “ve yaşam sürüyor” dedirtiyor.
Kiyerüstemi seyircinin kendi kaderi üzerine düşünmesini sağlamak amacıyla kamerasını karakterlerden uzak tutuyor ve izleyenleri kendi yaşamları üzerine sorgulamaya itiyor. Uzun planlar ve araba gibi dar mekanlardaki çekimler sayesinde film ile seyirci arasında temas kurmayı başarıyor yönetmen. Bu teması ise kurgusallık mantığını unutturarak ve seyirciyi de karakterlerden biriymiş gibi konumlandırarak yapıyor.
Tüm bunların neticesinde; sürrealist karakterler ve yapmacık diyaloglardan yoksun, sadece ‘olan’ı anlatan, yılların getirdiği tecrübe sonucu estetik bir dile sahip olan, insan için kavramların sadece siyah ve beyazdan oluşmadığını ve gri tonlarının da çokça olduğunu hatırlatan, devam eden akışın içinde bozulan düzenin bir şekilde devam ettirildiğini anlatan bir Kiyerüstemi filmi çıkmış ortaya.
Talha Ulukır