İnsanın yaratılışından bu yana, onu kendinden farklı canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden olan düşünme ve idrak edebilme olayı temelde, insanın sahip olduğu “lisan” ile mümkün olabiliyor. Biz her ne kadar “düşünmek” eylemini konuşmadan yaptığımızı söylesek de aslında düşünmek beynin kendi kendine konuşması durumudur. Zihnimizin açık olduğu hiçbir zaman diliminde tam anlamıyla susmayız aslında. Sürekli olarak ya kendimizle, ya çevremizle, ya evrenle konuşur haldeyiz. Kitap okurken kelimelerle, televizyon izlerken renklerle ve hareketlerle, tek başımızayken kendimizle konuşuyoruz. Bir dile sahip olmamak demek düşünme eyleminin durması ve zihnin işlememesi demek. Bu sebeple dil kavramını sadece konuşmak ve yazmak fiillerine hapsetmek onun muhtevasına ve doğasına yapılabilecek büyük bir haksızlıktır.
Dil sadece “language” ile sınırlı değildir. “Bir lisan bir insan”daki kadar da değildir. Dil; insanın var oluşundan yok oluşuna kadar bütün duygularını, durumlarını, savaşlarını, barışlarını, seyahatini, eğitimini, susuşunu, duruşunu, haykırışını, çırpınışını; boşluğa bir boşluğun sahip olabileceği en büyük doluluk halinde vermesidir. Dil insanın kendisini salıvermesidir.
Coğrafyaların iklimleri, yeryüzü şekilleri, yöresel gıdaları gibi etkenleri nasıl o coğrafyanın insanının fiziksel özelliklerini belli bir ölçüye kadar şekillendirip eğip bükebiliyorsa aynı şekilde medeniyetlerin ve kültürlerin kendine has dilleri de o medeniyetin insanının ruhunu ve nefesini eğip büker ve bir şekle sokar. Aynı insan farklı dilleri konuşurken ve o dil ile düşünürken aslında ruhu başka bir şekle bürünmüş olur. Dil sadece ağızdan çıkan kelimelerle sınırlı bir sözlük teması değildir. O, en az bizim kadar nefes alıp veren, sevinen, üzülen, doğan, gelişen, ölen canlı bir varlıktır. Kimi zaman evine misafir kabul eden ve onu en güzel şekilde ağırlayan gönlü geniş bir ev sahibidir. Bazen de giden misafirlerin ardından bir su bile dökmeye tenezzül etmeyen huysuz ev sahibi olur. Sağı solu belli olmayan bu dil kavramı gördüğü muameleye göre davranır bize. Onu ne kadar sahiplenir ve korursak bize içini o kadar açar ve elinin bolluğunu gösterir. Ona ne kadar hor davranır ve onu itelersek bize o kadar sırtını döner ve vefasının zerresini koklatmaz hale gelir. Nitekim dil, bakınca kendimizi gördüğümüz, içinde sürekli benliğimizden bir parça aradığımız ve çatlakları oluştukça netliğimizin giderek azaldığı aynamızdır bizim.
Tüm bu anlam ufkuna tabi olan ve bizi derin mana deryalarına çeken dile hizmet etmek de işkence etmek de insanoğlunun insafına ve diline kalmıştır.
Dili sabırla suladığında ve gerektiği kadar güneşe tabi tuttuğunda sana meyvesini sunmaya hazır verimli bir toprak gibidir ve içinde inanılmaz zenginlikte çiçekler ağaçlar, bitebilir. Bu çiçekler öyle zengin ve çeşittir ki Türkçe dilini ele alacak olursak lehçeleriyle Sibirya’dan Doğu Türkistan’a; Kafkasya’dan Balkanlara uzanan bir yolculuğu vardır bu zenginliğin. Şive dediğimiz zaman; içimize kelimelerin eğlenceli dünyasını sunduğu, ilk defa duymuş olsak bile yöresel farklılığı hemen benimsediğimiz, nidalarıyla, eğilip bükülen heceleriyle dile tat ve ahenk veren bir bereketten bahsediyoruz demektir.
Dalgalarının hırçınlığı, havasının tezatlığıyla bildiğimiz Karadeniz… Sağı solu belli olmayan, mevsim geçişlerinin ani olduğu, bir an yağmurlu bir an güneşli havasıyla insanını sürekli teyakkuzda bırakan Karadeniz; şivesi ve tarzıyla da beklenmedik bir üsluba sahip. Sanki bir yere yetişecekmiş gibi hızlı konuşmasıyla ün salmış Karadeniz insanı iklimini kendine lisan edinmiş ve kimi zaman yağmur olup yağdırmış kimi zaman da dalga olup devirmiş cümlelerini.
Yazın kızgın güneşin, kışın karlı dağların muhatabı doğunun insanı; hem metanetli hem dirayetlidir. Kara kışın beyazından, azgın yazın sıcağından kendisine türkü pişirip söyleyen doğunun çocukları tüm sert görünüşüne rağmen yanık sesiyle, ciğer dağlarcasına selam veriyor, Anadolu’nun sazından çıkan nameli diline. Kültürümüze ve sanata kattıkları nice anonim güfteleriyle dilin vazgeçilmez bir ifade şekli haline gelmiştir doğunun bağrından türeyen türkülerimiz ve deyişlerimiz.
Aslına bakarsanız oturuşuyla, kalkışıyla, gülüşüyle ağlayışıyla konuşur bu ülkenin insanları. Konuşmak için ille de bir lisana sahip olmak zorunda değildir, hiçbir canlısı hatta cansızı bile. Karadeniz’in fındığı, ağaçları anlatır bize, ormanların ihtişamından bahseder, hamsisi dalgalardan bahseder, mısır ekmeği ocağından bahseder sıcak evlerin, çayı yağmurun tadını anlatır, toprağın kokusunu izah etmeye çalışır en koyu demiyle.
Ege’nin mülayim insanı yeri gelince efe olup anlatır gücünü, çiğdemiyle muhabbetler edilir, kırmızı domatlar sahilin ferahlığını, hissettirerek öğretir bize, gevrekli kahvaltılar önceki günlerin anısını dillendirir uzun uzun.
Dilimizin etkilendiği coğrafyamızdan bahsederken sadece kelimelerin yan yana gelmesini kastetmek geniş kültürümüze haksızlık olur. Çünkü dil ve konuşmak deyince benim aklıma sadece kelimeler değil, bedenimize, ruhumuza hitap eden her şey geliyor. Hitap kelimesini söylemek kelimesinden manalı ve zengin kılan tam olarak bu nokta sanırım. Söylemler yalnızca göze ve kulağa yöneliktir. Ancak çevremizde var olan her şey bedenimizin, zihnimizin ve ruhumuzun her bir zerresine hitap edebilir. Bu minvalde; kültürümüzü, dilimizi yoğuran tüm etkenler konuştuğu ve hitap ettiği için köprü görevini üstlenmiştir. Giyilen giysilerden tutun, yenen yemeklere, işitilen türkülere, kıvrımlı rakslara, rüzgârın esiş yönüne, çeşmesinden akan suyuna, tırmanılan dağına, toprağından biten ağacına kadar her şey bize hitap eder ve kelimeleri, dilleri şekillendirir. Ne mutlu ki ucu bucağı olmayan bereketli toprakların, geniş bir kültürün evlatlarıyız ve ne mutlu ki konuşmak için bir dile ihtiyacı olmayan ananevi bir zenginliğin çeşmesinden içiyoruz.
Mahinur Özdemir