Röportaj: Dücane Demirtaş
Genç Öncüler: Bugün ihtilaflı grupların Kuran ve sünnet anlayışları dışında ilk Müslümanlar ve sahabeler Kuran ve sünneti nasıl anlamışlardı? Bu bağlamda Kuran ve sünnet onlar için birbirlerinden farklı bir şey olarak mı addediliyordu?
Şemseddin Özdemir: Hiç şüphe yok ki ilk nesil için Kuran vahyedilen, Hz. peygamber aracılığıyla o günkü insanlara aktarılan ve kaynağı Allah olan bir kitaptır. Bu konuda bir tereddüt yok. Ancak bu kitabın ilk muhatabı Hz. peygamber ve o kitabı gereği gibi ilk hayata uygulayan da o. Diyelim ki, adil ol dediği zaman; adil olmakla ilgili, emanetin ehline verilmesi ile ilgili onlarca ayet vardır. Onu kim uyguladı ilk önce? Hz Peygamber.
Sonra ilk nesil Müslümanlar, Hz. peygamberin o kitabı uygulama tarzı, muhtevası, şekli ve ruhuna baktılar; aslında sünnet dediğimiz şeyler tam da budur.
Teorik olarak bugün elimizde olan ve ilk andan itibaren muhtevası asla değişmeyen bu kitap geldi ve o gün tatbik edildi. O bakımdan ilk nesillerin Kur’an’ın Allah’tan geldiğine (müminleri kast ediyorum) yönelik tartışmaları yoktu.
İlk gördükleri de, o kitabı kendilerine anlatanın o kitabı yaşadığıdır. Onu anlatan peygamber anlattığını yaşıyordu. Kendilerine de o kitaba göre muamele ediyordu. Zaman zaman Hz. Peygamberin elinde olmadan ve bilmeyerek yaptığı küçük sürçmeleri varsa, onunla ilgili olarak aynı kitap onu ikaz ediyordu. Yanlışa düşme riski karşısında uyarıyor. Dolayısıyla böyle bir kitabın muhatabı olan Hz. peygamber ve ona tabi olan binlerce Müslüman bu kitabı böyle kabul etmiştir.
Bu kitap Resulullah‘ın pratiğiyle hayata aktarılmıştır. Yani bir insan inşası başlamış. Siyasal, toplumsal yönleriyle o günün şartları ne kadar imkân veriyorsa Mekke ve Medine şehri çevresinde o toplumun algısına hitap eden tarzda ilkeleri hayata aktarmışlardır. Bir hayat kitabı olarak ilk nesiller uygulamışlar, hayata tatbik etmişlerdir. O bakımdan sünnet nedir dediğin zaman, öncelikle benim inandığım ve anlatmaya çalıştığım şudur:
Sünnet, Kuranı Kerim’in Hz peygamber tarafından öncelikle hayata tatbik tarzıdır, ruhudur, özüdür. Çünkü o, onu uygulamıştır. Vahiy ona demiştir ki “sen insanlara şahit ol.” Resulullah nasıl şahit olacak insanlara? Yaşantılarıyla, uygulamasıyla. İnsanlar da onu almışlardır. İlk nesil gelen kitabı öğrenmiş, itikadını tashih etmiş (ki ciddi bir sapkınlık vardı cahiliye devrinde) sonra pratik olarak onun ilkelerini uygun bir Müslümanlığı hayat tarzı haline getirip, hayata hakim kılmak istemiştir. Allah Resulü’nün de çabası bu olmuştur. Dolayısıyla bu uygulamayı anlayarak uyguladıkları kanaatini taşıyorum. Yani bu yönüyle polemik konusu ötesinde sünnet dediğimizde bu gelen, gelmeye ve inmeye devam eden vahyin, her alınan mesajının anlayıp özümsedikten sonra sözlü olarak aktarmak ve uygulama olarak tatbik etmektir. Bizim örnek almak için çaba göstermemiz gereken Allah Resul’ünün örnekliğinin tam da bu olduğunun kanaatini taşıyorum.
Genç Öncüler: Hocam şöyle diyebilir miyiz? O zaman bizim hâlihazırda bugünkü polemiğin dışında, Müslümanların özellikle ilk dönem Müslümanların yani sahabenin Kuran- Sünnet ayrımı diye bir problemi yoktu.
Şemsettin Özdemir: Böyle iki ayrı kategori diye bir şey olamaz. Doğal olarak vahiy ilk Cebrail aracılığıyla Resulullah’a gelmiştir. O aldı, özümsedi ve kavradı sonra insanlara tebliğ etti. Tebliğ bazen sözlüdür ama aynı zamanda uygulamadır. Adil ol der, dürüst ol der, hile yapma der, yalan söyleme der, iftira atma der. Bütün bunlar uygulamaya geçtiği zaman ne hale geliyor? Hayatlaşıyor. Vahyin hayatlaşması uygulamadır. Uygulamayı beşer yapar ve o vahye uygun ise İslamidir. O bakımdan Kur’an ayrı, sünnet ayrı diye bir şey yok. Kur’an zaten esas olandır. Hiçbir şey ona eşit olmaz. Bu mesaj insanlara geldi. Bunu alın, buna göre inanın, buna göre yaşayın ve uygulayarak aktarın. Buna uygun bir sistemi de inşa edin. Bütün o ilkeler Kur’an’ı Kerim’in bütünün içerisinde vardır. Dolayısıyla ilk Müslümanlar bütün çabalarıyla, “Allah bize ne emretti?”, “Biz bunu Hz. peygamberin örnekliğinde gerçekten hayata aktarabiliyor muyuz sorusunun cevabına yöneldi. Yoksa ayrı bir kategorize etmek dinde olmadı.
Genç Öncüler: Çok meşhur Hz. Aişe’nin peygamberin ahlakıyla ilgili aktardığı bir sözü vardır.
Şemsettin Özdemir: Evet. Ona, “ey Aişe validemiz, bize Hz. peygamberin ahlakını anlat” denince, şaşırmış bir şekilde “Siz Kuranı okumuyor musunuz?” der. Evet, okuyoruz denilince “O zaman ne arıyorsunuz. Siz Kuranı kerimi uygulayın, işte onun ahlakı odur.” Peygamber gücü yettiği kadar bu Kuran’ı uygulayandır. Peygamberin ahlakının kaynağını oradan oku. Okuduğunuz zaman ikinci bir “Ahlakı nedir?” diye sormazsınız. Çünkü peygamber, Kur’an’a muhalif bir ahlakı uygulamaz. Ama biz bugün bunu Müslümanlar için diyebiliriz. Yani vahyin ortaya koyduğu ahlak bu ama Müslümanların ahlakının çoğu buna uygun değil. Bu nübüvvet açısından olmaz. Vahyin hayatlaşmasına sünnet diyebiliriz veya risalet örnekliği.
O gün Resul’ün örnekliği neydi? İnen vahyin hayatlaşmasıydı. Bir sistem haline gelmesi, bir toplumsal hayat tarzına gelmesidir. Bugün esas itibariyle zaman zaman insanlar, peygamberin hadisi veya peygamberin sünneti diye o kadar detaylı şeylerde kılı kırk yararak kıyamet kopartıyorlar ki ama çok önemli ve asli konuları konuşmuyorlar, değil mi?
Genç Öncüler: Son dönemlerde bu ayrımı daha da netleşti. Haklı olsun haksız olsun bir çok konuda taraf olan iki grup çıktı. Birincileri kendilerini tamamen Kuran fedaisi, Kuranın kahramanı olarak görüyor. Sünneti reddeden, peygamberi bir postacı olarak gören, peygamberin örnekliğini hiçe sayan, görmezden gelen bir grupken, diğeri de kendisini sünnet ve hadis fedaisi, koruyucusu olarak gören ve bunlardan rant devşiren başka bir grup. Her iki eğilim arasında Türkiye’nin ve Müslümanların sosyal, siyasi ve ekonomik bütün gündemlerinden uzak bir şekilde çok çetin bir tartışma sürdürülmektedir.Bu tartışmaya dışarıdan baktığımız zaman, İslamî diyebilir miyiz ya da hakikaten Kuran ve sünnet ayrımındaki bu tartışmada şu doğrudur diyebileceğimiz taraf var mıdır?
Şemsettin Özdemir: Aslında bu tartışmalar tarihin eski evrelerinde de zaman zaman olagelmiş. Birbirini tekfire varan ve birbirlerini anlamamak için bu tartışma olagelmiş ve zaman zaman farklı coğrafyalarda tavan bulmuştu. Yeni bir olay değil. Bizim burada yeni bir olaymış gibi nüksediyor.
Evet, bir taraftan insanlar Kur’an diyor ama öyle bir Kur’an demeye kalkıyor ki vardığı sonuç, bu Kuranı alıp aktaranı yok sayarak hareket etmeye çalışıyor. Kur’an Ona indi, o onu insanlara tebliğ etti ve o aynı zamanda onu uyguladı. Bu gerçeği neden yok saymak için çaba gösteriyor bu insanlar? Yani gökten bir kitap indi ortaya, “ey Müslümanlar alın işte size kitab gelmiş”, böyle gelmedi. Allah, Hz peygambere bunu insanlara öğret dedi; anlat, açıkla, izah et. Bunlar ayetlerin içinde var. Nasıl olur bir zihin kendi Kur’an ve hayat hakkında bir sürü laf ettiği halde bu konuşma hakkını peygambere vermez. Nasıl onun adına konuşma ve yaşamayı yok sayar! Bu hal çok düşüncesizce, hissi ve sığ bir yaklaşımdır. Kendinin 1400 sene sonra konuşma hakkı olacak, Hz. peygamber hiç bir şey konuşmamış ve yaşamamış olacak, mümkün mü? Hz peygamber o topluma 23 senede inen kitabı aktardı, anlattı, öğretti, onları onunla insanları eğitti.
Sordu; “ya Resulullah bu nedir, şu nedir?” Diye. Bu kitaba uygun bir savaş stratejisi uygulandı. Önce saldırılara cevap verildi vs. Bütün bunları uygulayan Hz. peygamberin başkanlığında bir toplum. Tüm bunları yok sayarak nasıl böyle bir sonuç çıkartırsınız!? Allah, Hendek ve Uhud savaşlarına atıfta bulunuyor. Bunu anlamak için siz ister, istemez siyerdeki bilgiye bakıyorsunuz. Kim diyebilir ki bakmayalım. Çünkü atıf o olaylara atıf, yaşayan ve bilen bir topluma konuşuyor orada. O toplum bu tecrübeyi yaşamış Kuranı aktarırken, yeni toplum Kuranı okurken bu bilgiye bakmaya mecburdur. Öğrenecek bunu; acaba atıf nereye diye.
Şimdi bu çok sığ bir anlayış; efendim Kuran var, Hz. peygamber postacıdır. Eğer öyle olsaydı bu yazılan metin, Allah tarafından bir celsede inerdi; “ey insanlar buyurun bu kitap sizin, bundan sonra benden bir şey yok” derdi.
Bu tutum, aşağılık kompleksi taşıyan, bence derin düşünmekten yoksun bir zihnin ürünüdür ve böyle düşünenlere dünyada bir şey kazandırmaz, ahirette onları riske sokar.
Geldik ikinci taifeye: Hadiscilik konusunu abartıp öne çıkartan, nerdeyse sünnet ve hadis diyerek bunu Kuran’a eşit tutan, hadis kitapları olmazsa din nerdeyse olmayacak diyerek aşırıya giden başka bir yorum söz konusu. Böyle düşünen insanlar için Ebu Hanife çok makbul bir adam değildi. Çünkü Ebu Hanife yöntem olarak peygambere değil hadislere kuşkuyla baktığı için delil olarak çoğunu kullanmadı. Bu hadislerin kitaplaşması 150 sene sonradır. Bu kitaplar, Resulullah zamanında veya ondan sonra yazılmadı.
Dinde eksiklik mi kaldı o zaman? Arkadaş orada muhkem ve tartışmasız bir kitap var. Önce on defa, yirmi defa o kitabı oku. Sonra o kitap adına konuşan peygambere mal edilen sözlere ve uygulamaya bak. O zaman neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu daha iyi görürsün. Ama bakıyorsun bir çok sözde hadis savunan, “hadisçi” geçinen arkadaş hayatında ciddi bir şekilde okuyup anlamak va hayatlaştırmak için Kur’an’ı Kerimi inceleyerek- düşünerek ciddi bir şekilde okuyup üzerinde kafa yormamıştır.
Hadis konuşuyor ama aslında bilgisi yok o konuda. Hoca taifesinin çoğu da böyle. Böyle bir insan oturup ciddi olarak okuyup araştırsaydı, sorsaydı “ey iman edenler, size fasığın biri haber getirdiği zaman, onu etraflıca araştırın yoksa bilmeden bir topluma haksızlık edersiniz.” Hucurat suresindeki ayette olduğu gibi (ki o yanlış haberi getiren sahabeden biriydi. Zekât toplamakla ilgili bir olaydı.) hadisleri de nakledenler insanlardır ve onlarda haber getirmişlerdir. O yüzden bunun gibi insanlar önce gelen habere bakacaklardır. 1400 senedir bu haber böyle nakledilmiş ve gelmiş olabilir. Senin yeniden Allah için, doğruyu bulmak için, bu haberin kaynağı gerçekten doğru mudur diye bakıp sorgulaman gerekmez mi?
Eğer böyle yapılmış olsa, Kuranı Kerim’i merkeze alanların karşısına neredeyse rakip olarak bir Hadisçilik çıkartılmazdı. Bu iki tarafgir görüşün bugün sanki birbirine rakip gibi kavga etmek yerine her ikisine düşen şey şudur:
Öncelikle Allah’ın kitabını ve onun muhtevasını devamlı okuyarak kavramları daha iyi oturtmak; iki, bu metni, bu mesajı Hz. Peygamber nasıl uygulamış ve ondan gelen bilgiler gerçekten Resulullah’dan mı geldi ona bakarak yaklaşmak ve eğer bir kuşku varsa onu belirterek aktarmak.
Her söz için şöyle dememeli: “Resulullah böyle buyurdu”. Kesin konuşuyorsunuz. Bu bir arızadır, tarihte olmuştur. Ama Müslümanlar bu durumdan er veya geç kesinlikle çıkacaktır. Bakın Kur’an’ı Kerim itikattan amele kadar ihtilafları, düşmanlıkları ve çatışmaları ortadan kaldırmaya geldi. Çatışmaları derinleştirmek için gelmedi.
Sözde Kur’an’a tabi olduğunu, sözde peygambere tabi olduğunu söyleyen insanlar dün ve bugün, fikren ve eylemsel olarak çatışıyorlarsa bu Kur’an’ı Kerime yapılmış en büyük iftiradır. O zaman insanlar laik ve seküler kesimin dediği gibi şöyle der: geçin ümmet kardeşliğini, Kur’an birleştirmiyor sizi, çatışıyorsunuz. Demek ki, biz böyle yaparsak onları haklı çıkartırız.
Kuran gereği gibi okunursa, tedriciliği ve muhatabı dikkate alan özelliğini ve değişim sürecini dikkate alan bütüncül bir şekilde okursak ihtilafları ortadan kaldırır ve çatışmayı sonlandırırız. Tabii Müslümanlar arasındaki çatışmayı kast ediyorum.
Müminler arasında esasda farklı itikadi fırkalar olmaması gerekir. Hele hele bu tarz sözde farklı itikadı farklılıkları çatiştıramazlar.
Eylemsel farklılıkları ise hayırlarda yarış olarak kullanır. Yorum farkı vardır. Ben Arabistan’da düşünüyorumdur, sen Rusya’da düşünüyorsun, diğeri Türkiye’de düşünüyor. Bu üç coğrafyanın şartları farklı olduğu için farklı yorumlar yapabiliriz. Ama bu hayırlarda yarıştır. Düşmanlık değildir. Sen Arabistan için şu model daha uygundur derken ben Türkiye’de daha farklı bir model önerebilirim. Allah hayırlarda yarışın diyor, hayırlarda çatışın demiyor. Birbirinizi öldürün demiyor. Mutlak haram olanın dine mal ederek yapmak kadar kötülük olmaz.
Maalesef henüz ciddi bir şekilde ümmetin çoğunluğunun Kur’an’la irtibatı zandan öteye geçmemektedir. Birçoğunun Kur’an’ı Kerim hakkında bilgisi sığıdır, duyduklarıdır. Çok fazla okuduklarını söyleyenler, lafzını okumaktadırlar. Muhtevası islami cemaatlerin, vakıfların, örgütlerin, teşkilatların ve kurumların eğitim metni değildir.
Zaten öyle olsaydı, İslam dünyasında ve Türkiye’de dini merkeze aldığını iddia eden bir grup, bu alçakça kalkışmayı ve çatışmayı yapamazdı. İnsanları bu kadar rahat öldüremezlerdi. Belli ki referans, lafta Kur’an, amelde kendi heva ve hevesidir. O bakımdan tarihte ve bugün bu tartışmalar, dünyada Müslümanlara hangi mesajı götürüyor?
Haram aylarda çatışıyorsun, Ramazan ayında çatışıyorsun, Bayram günü bombalarsın. Sizin bir an bile olsa birbirinize saygı gösterecek gününüz de mi yok? Hadi Müslüman’ın Müslüman’la savaşması haram ama bu bayramda daha da haram olması lazım. Bayramın hatırı için, Ramazan’ın hatırı için haram ayların hatırı için ateşkes yapın.
Bu din size bunları emretmiyor mu? O bakımdan genç kardeşlerimizin bütün bu gerçeklerden hareket ederek yeni bir geleceği inşa ederken, bu bakış tarzını daha iyi kavrayıp özümsemesi gerekir. Yarının İslam dünyasını bugünün gençleri temsil edecekler. Bir müellifin çok güzel bir sözü var. Müfredat ne kadar güzel olursa olsun, eğer onu uygulayan bir kadro yoksa sonuç yoktur.
Genç Öncüler: Kur’an gibi değil mi hocam?
Şemsettin Özdemir: Evet. Kuran dünyanın en iyi müfredatıdır. Ama Müslümanların son bir kaç yüzyıllık sefaletinden dolayı haşa yerlerde sürünüyor.
Genç Öncüler: Peki baktığımızda Türkiye’de ve dünyadaki Müslümanlar arasında bu ve buna benzer ihtilaflı grupların çatışması, hakikaten ilmi ve masumane mi yoksa bu grupların toplum üzerinde ya da devlet üzerinde din adına rant devşirme, din adına söz sahibi olma, “din bizden sorulur” hesabı olarak nitelenebilir mi?
Şemsettin Özdemir: Büyük oranda zaten çatışma sebebi budur. Allah Kuran’da farklı yerlerde buyuruyor ki: “Sizden kendilerine kitap verilenler, kendilerine hak geldikten sonra aralarında çekememezlik, haddi aşma yüzünden çatıştılar.” der. Müslümanlar niye çatışır? Sen mi daha üstünsün ben mi der; enaniyet, seni kıskanma veya başka bir şey. Bu çatışmalar hayra alamet çatışmalar değil. Samimi olsalar insanlar derler ki, farklılıklarımızı gelin adam gibi konuşalım, tartışalım. Anlaştıklarımızla yola devam edelim. Anlaşamadıklarımızda yeniden konuşalım. Niye birbirimizle kavga ediyoruz?
Bir müminin itikadı olarak iki tarafı olmaz. Bakmayın geleneğimizde var o. Olur mu öyle şey, itikat tektir. Küçük yorum farklılıkları olabilir ama özü itibariyle tektir. Allah’a imanın, peygambere imanın, meleğe imanın, ahirete imanın, kitaplara imanın veya kurumsal olarak bu vahye imanın iki şekli mi olur yani? Birinin doğru bu dediğine diğeri hayırmı diyecek? İnançta doğru tektir.
Pratikte çözüm teklifleri farklı olabilir.Önceden ifade ettiğim gibi bölgelere, şartlara, siyasal durumlara göre farklı metotlar olabilir.
Adamın birine demişler ki: “ne istiyorsan söyle onu sana vereceğiz”. Heyecanlanmış. Ama demişler sana vereceğimizin iki katını da komşuna vereceğiz ona göre söyle. Adamda komşusunu çok kıskanıyormuş. Düşünmüş ve tek gözünün kör edilmesini istemiş. O zamanda komşusunun iki gözü kör edilecek.
Haset öyle bir felakettir ki, bazen hak üzere olduğunu iddia eden insanlar tamamen çekememezlik ve kıskançlık yüzünden birbirlerini yok ederler. Bu kavgalar bir; yabancı istihbaratların tahrikleriyle, iki; Müslümanların sığ yaklaşımlarından dolayı, üç; bedevi anlayıştan dolayı oluyor.
Önce arkadaş olalım. Müslümanlar insanlığa bir şey kazandırsın. Niye kavga edeceğiz ki? Tarihimizdeki çatışmaların büyük çoğunluğu haksız işler yapmışlardır ve bize kötü miras bırakmışlardır. Bugün de böyle. Bunlar insan arızasıdır. Daha doğrusu yetişmemiş nesiller problemi var. Bu vahyin izzetine, onuruna, özelliğine uygun kaliteli bir insan yetiştiremedik henüz. Fakat dünden daha iyiyiz. Eğer bu kadro belli oranda kendilerini yetiştirirse bu arıza kaybolur. O zaman hak gelir, gerçekten batıl kaybolur. Hak, bu kadroların şahsında bir model olarak etkin hale gelirse, bu art niyetli kötü insanların etkisi toplum nezdinde saygı görmez.
Onun için çabalarımızı rahmetli Seyyid Kutub’un demeye çalıştığı gibi Kur’an neslini, o beklenen kadroyu yetiştirerek ortaya koymamız lazım. Dünya’ya örnek olacak, bu bunalımdan Türkiye’yi ve Müslümanları çıkartacak dört başı mamur, vahyi çok iyi bilen, resulullahın vahyin örnekliğinden bugüne hangi çıkarımları yapabilirizi bilecek ve dünyanın yedi milyar insanına bu dini onların anlayacağı bir üslupla, onları tanıyarak anlatacak bir kadro ile oralara götürebiliriz.
Genç Öncüler: “Biz şu an dünyayla savaşıyoruz” Daha doğrusu onlar bizimle savaşmaktadırlar.. Gündemimizi oluşturacak ekonomik, politik çok fazla sorun varken, İslami STK’larımız bunları gündem edinmek yerine daha farklı gündemler üzerinden kısır döngülü tartışmalarla meşguller. Bizi bu tartışmalardan uzak tutacak, islami gündemimiz doğru zemine oturtacak ve bizim bu savaştaki konumumuzu doğru oturtacak Kur’an ve sünnet anlayışına ihtiyacımız var. Peki, bu anlayışı nasıl ve hangi ne şekilde zihnimizde oturtmamız gerekir?
Şemsettin Özdemir: İkisine hak ettiği değeri iyi vermek lazım. Bir müminin asli hedefi ne olması lazım?
Bir: Kur’an’ı Kerimi gereği gibi okuyup anlamak her müminin görevidir.
İki: Kuranı Kerimin ifade buyurduğu gibi itikadi bir bilince ve eylemsel bir hayata sahip olmalıdır.
Üç: Bu vahyi bütün insanlığa tebliğ etmek için çaba göstermektir. Çünkü yedi milyar insan bu vahyin muhattabıdır.
Dört: Bu vahyin ortaya koyduğu hayat tarzını Hz. peygamberin ortaya koyduğu uygulamaları da dikkate alarak bu çağda yeniden modelleştirmelidir.
Bu bakımdan Kuran bir hayat kitabıysa, o kitabın ifadesiyle bizler ibadet için yaratılmışsak, halife olarak yaratılmışsak insanlığa huzurunu sağlamak üzere, dünyada adaletli bir yönetimi inşa etmeyi bir görev olarak bilmeliyiz.
Dolayısıyla Kuran bize büyük bir sorumluluk yükler. Bu sorumluluk şuuru, önce bulunduğun coğrafyada adaleti hâkim kıl, zulmü ortadan kaldır. Öyle bir sistem inşa et ki vahyin ilkelerine uygun olsun. Burada Müslüman şuna bakacak: “Kuran ana esastır. Bizler beşeri bir model oluşturacağız. Bu model vahye uygun olmalı ama onu biz müminler oluşturacağız.“
Bu modelin Türkiye’de Müslümanlar için rahmet olduğu kadar Müslüman olmayanlar içinde rahmet olması gerekir. Hz peygamberin bir vasfı vardır; Allah’ın buyurduğu üzere âlemlere rahmet olarak gönderildi. Allah’ın verdiği bu vasfı Resulullah uygulamaya çalıştı. Öyleyse her mümin de şöyle bakmalı: “ben Hz. peygamberin Kuranın hayata tatbik olma tarzı olan rahmet olma vasfını kuşanmalıyım.” Yani biz öyle bir model ortaya koymalıyız ki, o modelde her insan Müslüman olsun veya olmasın dürüst olmak kaydıyla huzurlu olsun. Geçmiş İslam kentlerinde Endülüs’ten İstanbul’a, Bağdat’tan Tahran’a her türlü insan gelip özgürce yaşamıştır. İkinci olarak Allah, Kur’an’da Hz. peygambere insanlara şahit ol buyurmuştur. O size şahit, siz de insanlara olun diyor bazı ayetlerde. Hakkın, adaletin, daha doğrusu vahyin teorik ve pratik olarak hayatta ortaya konması şahitliktir. Size bakarlar ve sizi örnek alırlar. Bu açıdan Kur’an huluk-ul azimde(muhteşem bir ahlak), şahit olmada, rahmet olmada, usvetul hasene(en güzel bir örneklikte) olma konularında Hz. peygambere verdiği özellikleri peygamber hayatta uygulamıştır.
Müslümanların günümüzde bahsettiğimiz resulullahın şahit olma vasfının, hulukil azim olma vasfının, rahmet olma vasfının, usvetul hasene olma vasfının yaşayan şahitleri olmaları için çabalamaları gerekir. Biz bu dini yeniden bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir modele ancak böyle dönüştürebiliriz. İşte Kuran bizden peygamberi bu şekilde örnek almamızı istiyor. Ivır zıvır konularda, detayın detayının detayı konusunda kılı kırk yararak basit şeyleri sünnet diye ortaya çıkartıp birbirini tekfire giden insanlara soruyorum: Hz peygamberin uyguladığı çok önemli sünnetler var. Bunları uygulamıyorsun, niye uygulamıyorsun? Niye en güzel model olmuyorsun? Niye birbirilerinizi tekfir ediyorsunuz, suçluyorsunuz? Siz bunu nereden öğrendiniz? Kur’an öğretti mi, haşa! Sünnette bu var mı; yok. O zaman nereden öğreniyorsunuz? Hz peygamber Uhud savaşında kendi kesin emrine rağmen cepheyi terk eden okçularla ilgili tavrı Allah’ın onayladığı şu hareket tarzıdır: “Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılırlardı.”(3/159). Hz peygamber bu okçuların samimi olduklarına inandığı için onlara küsmedi, dışlamadı, hakaret etmedi, tekfir etmedi. Peygamberin bu uygulamasını Allah onayladı. Bu Muazzam bir af mekanizmasıdır. Bunun gibi bir çok hata yapan Müslümanlara karşı Hz. peygamber nasıl bir sünnet, nasıl bir uygulama, Kuranın ruhuna uygun nasıl bir model çıkardı? Bugün olsa bazı Müslümanlar 30 yıllık hataları şimdi bile konuşuyorlar. Peygamber böyle yapmadı. Kuran’da da bahsedilen ifk olayında Hz. peygamberin hanımı Hz. Aişe’ye zina etti iftirası atılır. Ne acıdır ki bu çok can sıkıcı bir süreçtir. Sürecin sonucunda konuyla ilgili ayetler gelir ve olay anlaşılır. Zaten bu konuda Hz. peygamberin bir tereddüdü asla yoktur. Ama bazı Müslümanlar sessiz kalmışlardır. Rivayete göre Hz. peygamber bu başlatan kişiye had cezası uygular. Fakat sonra peygamberin bunu taşıyıp aktaranlara karşı herhangi bir aşağılama ve tahkire izin vermediğini, Kuran’daki tenkiti yeterli gördüğünü (ki zaten o ayetler okundukça olayın muhatapları hataları işleyenler kendilerini devamlı suçluyor ve bu onlara ceza olarak yetiyor) biliyoruz. Bakın uygulama bu, sünnet bu: büyük hata yapılmış ama Resulullah onlara kin duymamış ve affetmiş onları. Bunun gibi birçok örnek vardır. Hz peygamber bu konularda yumuşak bir üslup takınmış, affetmeyi benimsemiş. Bu çok önemli bir konu. Eğer Müslümanlar bu örneklikleri anlasa ve uygulasa basit kavgalar çıkmaz. Bakın Allah uyarıyor bazen sert uyarıyor. Ama Hz. peygamber bu insanları kazanmak için hareket ediyor. Yumuşak bir tavır. İşte sünnet bu, Hz. peygamberi örnek almakta bu. O bakımdan komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, farklı hiziplerden, farklı kuruluşlardan meydana gelecek yanlışlara, kötülüğe iyilikle karşılık verin uygulaması risaletin, Kuran’ın hayata tatbik tarzıdır. Bunların hepsi başlı başına her başlık bir ders konusu olacak şekilde geniştir. Kuranı Kerim Tevbe suresinde kimi münafıklara ve kimi Müslümanlara sefere gitme konusundaki zaaflarından dolayı çok ağır bir eleştiri yapar. İlkesel olarak onları sertçe uyarır. Ama Hz. peygamber bu ayetlerden yola çıkarak bir hafiye örgütü kurmaz. Hz peygamber bu uyarıların anlayana yeterli olduğunu ve asıl insanların bu uyarılarla dönüşebileceğini ve değişebileceğini kabul eder ve bahsettiğimizi yapmaz. Gerçekten bu kişilerin belki de bir çoğu ileri şuurlu Müslümanlar olmuştur. Yani sünnet, işte tam da budur.
Hz peygamberin gücü ve kuvveti var. Toplumun hem siyasi lideri hem de bir resul. Kendi şahsına olmak kaydıyla da yanlışlık yapan insanlara karşı risaletin hassaten şahsıyla ve siyasi konumuyla onları susturmaya kalkmıyor. Eğer böyle yapsaydı, onu örnek alanlarda hâkim olunca kimsenin ağzını açtırmazdı. Gerçi bu güzel örnekliğine rağmen onu örnek aldığını söyleyenlerin bazıları da kimsenin ağzını açtırmıyorlar. Eğer örnek alıyorsanız, adam gibi örnek alın; sünneti orada görün. Peygamber kimseyi susturmuyor. Bu çok önemli bir konu. Toplumu yöneten kadroları, liderleri, yarın ülkeyi yönetecek olan genç insanlar peygamberin bu tarz örnekliklerini çok iyi kavramaları gerekir. Peygamberin bu örnekliğini uygulamayanlar ise gücünü, kuvvetini, yetkisini, polis ve asker gücünü terörize ederek ağzını açanı susturmak için konuşursanız, insanları korkutur ve susturursunuz ama münafıkları çoğaltırsınız. Maksat münafık çoğaltmak olmamalı, o bakımdan örnekliğin pratiğe yansıması gerekir. Gerçekten eften püften konuları sünnet etrafında birbirleriye uğraşan insanlar gelsinler de Hz. peygamberin Kuranı Kerimi hayata tatbik konusundaki bu tutum ve tavırlara (ki bununla ilgili onlarca örnekler var.) bakarak hareket etsinler. Bakın ben Genç Öncüler adına yaptığınız bu röportajdaki tek arzum şu: Genç kardeşlerimizin bu örnekleri ahlak haline getirip, kızdıkları zaman affetmeyi becermeleri, kötü yapılan bir yanlışa iyilikle muamele etmeleri, hem Kuran Kerim’in bize emrettiği hem de Hz. peygamberin yaşayıp bize model bıraktığını uygulama örnekleridir. Sünnet istiyorsanız burada, vahiy istiyorsanız burada. O bizi çatıştırmıyor, birleştiriyor. O bize, Allah’ın ipine sarılın vahiyde buluşun diyor.
Hiçbir Müslümanın Kur’an’a bu kötülüğü yapma hakkı yok. Kur’an çatışmayın, ayrışmayın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın diyor. Herkese Allah’ın ipine sımsıkı yapışın denirken, Müslümanlar birbirini Kuran adına öldürüyorsa, Kur’an’ı Kerim’e yapılmış en büyük kötülük tam da budur. Gavurlar bile böyle kötülük yapamaz. İnandığını söyleyenler malzeme birikimlerini bahane ederek adı Kur’an ama kendi yorumları üzerinden çatışma ortaya koyarak, dünyadaki milyarlarca insana bu İslam, bu din Müslümanları birleştirmiyor ki bizi birleştirsin; bu dinde bir şey olsaydı Müslümanlar birbirlerini öldürmezdi, dolayısıyla bu din iyi bir şey değil dedirtebilecek hataları yapanlar nasıl hesap verecekler, otursunlar düşünsünler.