Yoksulluk, yurtsuzluk, adaletsizlik, çocukluk, mülteci olma, aile, sevgi, savaşlar, çatışmalar ve bunun gibi daha nice kavramlar… Bunca kavram ve onların bize hissettirdiği o karmaşık duyguları en sahici şekilde görebilmek ve anlamaya bir adım yaklaşabilmek için buyurunuz: KEFERNAHUM.
Filmin konusu ve hikâyesine başlamadan önce filmin yönetmeni Nadine Labaki’nin sinemacılık anlayışına kısa bir bakış yapalım istiyorum. ‘’Sinemanın toplumda değişimlere vesile olacağına gerçekten inanıyorum’’ diyor Labaki. Verdiği demeçlerde ve özellikle bu filmde de aşikâr bir şekilde görebileceğimiz bir düşünceye, bir ideale sahip. Lübnanlı bir bayan yönetmen olması ve bir ideale sahip olması vesilesiyle, Kefernahum’ dan önce çektiği filmlerde de kendi toplumuna ayna olmaya çalışarak, farklı farklı sosyal problemleri ele almaya ve de bunu kadınların gözünden sinemaya aktarmaya çalışmaktadır. Eleştiriye açık yorumları ve idealleri olsa da izlemeye değer çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz.
Bizi asıl ilgilendiren, şahsi olarak beni çok ama çok derinden etkileyen, bu zamana kadar izlediğim ‘’göçmenlik’’ üzerine çekilmiş en iyi filmlerden Kefernahum. Labaki’nin en son ve belki de en ustaca ortaya koyduğu, başyapıt denebilecek nitelikte bir film.
Kefernahum, öncelikle ismiyle dikkat çekiyor. Labaki bu ismi seçme sebebini ise şu şekilde ifade ediyor: ‘’Kelime aslen Fransızcadan. “Kefernahum” kaos anlamına geliyor ve Fransız edebiyatında kaosu ifade etmek için kullanılıyor. İncil’deki bir köy ve çok kaotik olduğu için lanetlenmiş. Ve tarihe baktığımızda daha sonra kaosu, cehennemi, kargaşayı ifade etmek için kullanmaya başlamışız.’’ Film boyunca gördüğümüz mekânlar ve yaşananlar ismin tercih edilme sebebini de bizlere büyük oranda hissettiriyor.
Kefernahum’u çekme amacını ‘’Bu öfkeyi, çocuklara dönük bu adaletsizliğe duyulan öfkeyi bir şeye dönüştürmek istedim. Onlar sadece başarısız sistemler veya başarısız toplulukların bedelini ödeyen savunmasız çocuklar değiller, aynı zamanda burada olmayı istemeyen ama bunun bedelini ödeyen ve cezalandırılan çocuklar.’’ diyerek ifade ediyor Labaki.
Film, hâkimin “Neden annene- babana dava açtın?” sorununa, 12 yaşındaki Zain’in; “Beni dünyaya getirdikleri için” cevabıyla başlıyor. Bu diyalogla başlayan hikâye, film boyunca mahkeme salonundan geçmişe dönük bir seyir içerisinde ilerliyor. Zain küçük yaşta ailesiyle birlikte savaş bölgesi Irak’tan Lübnan’a göç etmiş çok kardeşli bir ailenin çocuğu. Film, var olduğuna dair hiçbir resmi kaydı bile olmayan bu çocuğun, kendisi ve aile için var olma çabasını konu ediniyor. Kardeşleriyle birlikte sokaklarda kazanç sağlamak için çabalarken bir yandan da küçük yaşına rağmen bir bakkalın hamallığını da üstleniyor. 11 yaşındaki kız kardeşi Seher’in evlendirilmesi ile birlikte Zain, ailesinden büyük bir kopuş yaşıyor. Film boyunca bize, Lübnan sokaklarını, farklı ırklardan ve kültürlerden gelen göçmenlerin hayatlarını da sunuyor. Film çok güçlü duygulara sahip ve birçok kavramı da sorgulamamıza vesile olacak kadar bu duyguları hissettiriyor izleyicilere.
Filmi bu denli etkileyici yapan en önemli faktörün oyuncu tercihleri olduğunu söylemeliyiz. Oyuncu seçimleri konusunda bir hayli emek harcayan Labaki, çok alışık olunmayan bir metotla oyuncularını gerçek göçmenlerden seçerek büyük bir risk almış. Oyuncuların göçmen olmaları, filmin çekimlerinden sonra bazılarının sınır dışı edildiği haberlerini almamızla gerçekliğini bize hissettiriyor, filmi izlerken onların yaşamlarına tanık olduğumuz bilincini pekiştiriyor. Başkarakter Zain, aslen Suriyeli göçmen bir ailenin çocuğu, kardeşi rolünde ki çocukların hepsi onun gibi Suriyeli göçmen çocuklar. Küçük Yonas Etiyopyalı bir ailenin çocuğu, Hamam böceği bir ermeni göçmen…
Zain’in seçilmesi süreci hakkında röportajlarında bahsederken, ‘’ O yüzden benim için o mucize çocuk. Kendisi Suriyeli bir mülteci. Elbette Suriye’deki savaştan kaçmış, Lübnan’a gelmiş ve son sekiz yıldır Lübnan’da çok zor koşullarda yaşıyor. Okula gitmiyor, sokaklarda büyümüş. Ve sokaklarda büyüdüğünüzde çok şey görürsünüz. Çok fazla şiddet ve çok fazla istismar görürsünüz. Kendisi birçok şeye maruz kaldı ve onda çocukluğunu yitirmiş, yetişkin olmuş bir çocuğun bilgeliği vardı. Ve bu yüzden bu kadar iyi olabildi. Çünkü zaten bildiği bir şeyi yapıyordu.’’ Diyor Labaki.
Film, kimi eleştirmenler tarafından ajitasyona yaklaşan ve sefaleti estetize eden üslubu nedeniyle eleştirilmiş. Bu tespitlerin yerinde olmadığı kanaatindeyim. Özellikle savaş ve yoksulluk bölgesine uzak yahut yakın ama uzak olan insanlar için, bu denli gerçek ve yüreğe dokunan bir film tabii ki inanması güç, rahatsız edici ve eleştiriye değer görülecektir. Çok net bir ifadeyle söylemem gerekirse, içinde azı var fazlası yok denecek bir film. Son olarak, filmi izledikten sonra meraklılarına, TRT2’de yayınlanan ‘’Film Arkası’’ programının bu filmle ilgili olan bölümünü tavsiye ediyorum.
Bizler yolda kalmışlara, yoksullara, yetimlere merhametle muamele ile emredilmiş bir dinin mensupları gençler olarak, bu zamana ve bu zamanın doğurduğu sonuçlara bigâne kalabilecek lükse sahip değiliz. Böyle bir filmin tanıtımını üstüne bina ettiğimiz düsturumuzu en güzel şekilde ifade etmek adına yazımızı Allah’ın kelamıyla bitirmek istiyorum.
Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.
Nisa Suresi 36. Ayet
Merve Mahitapoğlu