27 Kasım 2024 Çarşamba
Dosya

Herkes Arar, Herkes Bulur: Mesele Neyi Aradığını Bilmektir

Genç Öncüler Dergisi Şubat sayısında Kübra Zümrüt Orhan, Herkes Arar, Herkes Bulur: Mesele Neyi Aradığını Bilmektir yazısını kaleme aldı

Herkes arar, herkes bulur: mesele neyi aradığını bilmektir

Cevap arayışı, anlam arayışı, kemâl arayışı, hakikat arayışı. Hayat bir arama yolculuğudur aslında. Kimi insan bunun farkındadır, bilinçli bir şekilde bu yolculuğunu sürdürür, kimisiyse farkında olmaksızın bir arayış içindedir. Arayışta olduğunun farkında olmayanlar elbette neyi aradığının da şuurunda değildir. Şuursuz bir arama yolculuğunun insanı maksada ulaştırması da pek tabii mümkün görünmez.

İnsan temel varoluşsal sorularına bir cevap arar esasen. Ben kimim, neden buradayım, nereden geldim ve nereye gideceğim... Hayatının belli bir döneminde bu soruları sormayan yoktur herhalde. Fakat kimi insan bu sorularına anlamlı bir cevap bulmak için çabalar, kimisi hayatın içinde kendini bir şekilde meşgul ederek bir müddet sonra bu soruları sormaz olur. Bu sorular doğrudan insanın anlam arayışıyla irtibatlıdır. İnsan hayatında bir anlam bulmak ister, yapıp ettiklerinin bir anlamı olması gerektiğini düşünür. Hayatında bir anlam bulamadığında, yaşananlara bir mânâ veremediğinde bunalır. Bu bunalımdan kurtulmak için ya anlam arayışını sürdürür ya da hayatın anlamını inkâr ederek nihilist bir bakış açısıyla haz odaklı yaşamaya çalışır. Hayattan haz almamaya başladığında artık yaşamasına da gerek yoktur.

Anlam arayışının, insanın en temel arayışı olduğu söylenebilir. İnsanı yaşamaya motive eden şey, hayatında bir anlam bulmasıdır. Hayatında bir anlam bulabiliyorsa insan yaşamak ister. Hayat anlamsız geldiğindeyse kendinde bu hayatı sürdürme isteği göremez. Logoterapinin kurucusu Viktor Frankl (1905-1997), onlarca dile çevrilmiş ve milyonlarca insan tarafından okunmuş olan meşhur eseri İnsanın Anlam Arayışı’nın bu kadar çok okunmasını esasen üzücü  bulur. Bunun sebebi, kendi ifadesiyle “hayatın anlamına dair çok az şey vaad eden” bir kitaba insanların gösterdiği bu büyük teveccühün, hayatlarının anlamdan yoksunluğunun ve henüz neticelenmemiş bir anlam arayışında olduklarının göstergesi olmasıdır. Nietzche’nin “Yaşamak için bir nedeni olan, hemen her nasıla dayanabilir” sözünü çok seven Frankl, hayatında bir anlam bulan kişinin en ağır şartlarda bile yaşamayı sürdürebileceğini, hayatının anlamını keşfedemeyeninse bir müddet sonra hayatı yaşanmaya değer bulmamaya başlayacağını toplama kampındaki tecrübelerine dayanarak anlatır.

Hayatın bütününde bir anlam bulmanın bir tezâhürü olarak insan yapıp ettiklerinde de bir anlam arar. Hayatın içinde en sıradan gibi görünen işlerden en önemli gibi görünen işlere kadar bu, böyledir. İnsan yaptığı işin anlamlı olduğunu hissettiğinde huzur bulur. Mesela bir öğretmen, yaptığı işi anlamlı bulabiliyorsa mesleğini en iyi şekilde icra etmeye çalışır. Ancak mesleği artık kendisine anlamsız gelmeye başladıysa onu kerhen, vazife icabı sürdürmeye başlar. Burada Doğan Cüceloğlu’nun meşhur eseri Savaşçı’yı da hatırlayalım. Bu eser, mesleğini artık anlamsız bulan bir öğretmenin, anlam aramak için çıktığı yolculuğu anlatmaktadır aslında.

İnsanın fiillerinde anlam aramasına bir başka örneği de günlük ev işlerinden verebiliriz. Söz gelimi ailesi için yemek hazırlayan bir kadın eğer yaptığı işi anlamlı bulabiliyorsa bu iş kendisine ağır gelmez. Fakat bunda bir anlam bulamıyorsa her gün her gün benzer anlamsız işleri yapmak onu büyük bir iç sıkıntısına sürükler. Burada hemen psikiyatrist Mustafa Ulusoy’un muhtelif eserlerinde pek çok farklı örnek üzerinden anlattığı mesele gelir akla: İnsan ancak kâinatın en önemli işini yaptığında kendini önemli biri olarak görür. Kâinâtın en önemli işi ise Hakk’ın isimlerine ayna olduğunu idrâk edebilmek, her şeyin Hakk’ın bir tecellisi olduğunu fark edip varlıklarla Yaratıcı arasındaki irtibatı görebilmektir. Örneğe dönecek olursak, yemek yapmakta olan kişi Hakk’ın er-Rezzâk ismine ayna olduğunu fark edebilirse yaptığı iş anlam kazanır.

Aramanın ilk çağrıştırdığı şey bulmak olur genellikle. İnsan, esas itibariyle bulmak için arar, aramaktan murâdı bulmaktır. Fakat bulmaktan evvel aramanın çağrıştırdığı bir şey daha vardır: Yitirmek. İnsan kaybettiği bir şeyi arar ve bulmaya çalışır. Peki insan neyi kaybetmiştir? Aramakla kaybettiğini bulabilir mi? Bulamazsa aramasının bir kıymeti var mıdır? Bu ve benzeri sorulara sûfîlerin bakış açısıyla cevap arayalım.

Arayış mevzu bahis olduğunda aklıma ilk gelenlerden biri Mevlânâ’nın Mesnevî’nin hemen dördüncü beytinde dile getirdiği şu cümle olur: “Aslından uzak düşmüş olan her bir kişi, tekrar o vuslat zamânını arar.” Sûfîlerin bakış açısıyla insanoğlu; aslından, asıl vatanından ayrı düşmüştür ve hayatı boyunca vatan-ı aslîsine özlem duyar, orada geçirdiği vakitleri arar. 17. yüzyılda yaşamış ve tasavvuf tarihine damga vurmuş şâir sûfîlerden Niyâzî-i Mısrî’nin şu dizeleri de insanın bu arayışını etkileyici bir şekilde dile getirir: “Gökte uçarken yere indirdiler, Çâr anâsır bendlerine urdular, Nûr iken adın Niyâzî koydular, Şol ezelki itibarın kandedir?” Buradan da anladığımız insanın dünyaya gönderilmeden önceki hâline tekrar kavuşma arzusunda olduğudur. Çünkü insan, sûfîlerin tabiriyle beden kafesine hapsolmadan önce Cenâb-ı Hak ile arada herhangi bir engel olmaksızın görüşme nimetine sahipti. Bedene hapsolunca aynı zamanda Hak’tan da perdelendi. Bu dünyada O’nu müşâhede edebilmesi ne kadar çok perdelerin aradan kalktığıyla doğru orantılı olsa da insan bedenî varlığını sürdürdüğü müddetçe perdesiz bir vuslat mümkün olmaz. Bu sebepledir ki sûfîler ölüm günlerini düğün/vuslat günü olarak görürler.

İnsan neyi yitirdi sorusuna sûfîlerin pek çoğu, farklı benzetmelerden hareketle benzer cevaplar vermişlerdir. Bunlardan biri de Mantıku’t-tayr isimli meşhur kitabın yazarı Feridüddîn Attâr’dır. Ekrem Demirli’nin aktarımıyla Attâr bu durumu şöyle tasvir eder: “Simurg bir gece Çin semasında uçarken kanadından bir tüy düşer, bütün insanlar o tüyün güzelliğine hayran kalır, herkes ona âşık olur.” Burada Simurg’la kastedilen mutlak hakikattir, yani Cenâb-ı Hak’tır. Çin semâsıyla anlatılmak istenen mutlaklık, kimseye âit olmamaktır. Burada insanın nasibine düşen yalnızca o mutlak güzellikten bir nişan görmektir. Mutlak güzellik ise Cenâb-ı Hakk’a âittir. Bütün insanlar o güzellikten bir iz, bir alâmet gördüklerinden artık yeryüzündeki hiçbir şey onları tam olarak tatmin etmez, mutlu olmalarına yetmez. İnsan ancak o mutlak güzelliğin sahibine kavuşunca rahata erecektir ve hayatı boyunca o güzelliği arayıp duracaktır.[1]

Nasıl ki bir tohum kendi kemâlini arıyorsa, potansiyelini ortaya çıkarıp ağaç olmak bir tohum için tabii bir süreç ise aslında insan da özü itibariyle kendi kemâlini ve ezelde şahit olduğu ilâhî güzelliği arar. Ancak insanı bu arayıştan alıkoyan bazı engeller vardır, insan bunlara kapıldığında aramayı bırakır. Bunların başında insanın kendi benliği gelir. Daha sonra insanı gaflete düşüren her türlü dünyevî nimet ya da dertler zikredilebilir. Öyleyse insanın bilinçli bir arayış hâlinde olabilmesi için bu engellerden kurtulması, tasavvufî tâbirle söyleyecek olursak gafletten uyanması gerekir.

Peki aramakla bulunur mu ya da her arayan sonuca ulaşır mı? Aramakla irtibatlı bir diğer mesele de budur. Bu soruya Mevlânâ’nın Mesnevî’de verdiği cevabı aktararak yazıyı tamamlayalım:

“İster ağır olsun ister ivecen        

Aradığı şeyi bulur arayan

Aramaya iki elinle yapış          

Yolda iyi kılavuzdur arayış

Kör topal, usulsüz ve düşe kalka

Sen, ona doğru sürün; onu ara”[2]

 

 Kübra Zümrüt Orhan

[1] Bk. https://www.lacivertdergi.com/dosya/2020/01/14/tanri-ideal-guzelliktir (erişim tarihi 11. 01. 2023).

[2] Mevlânâ, Mesnevî, cilt: III, beyit: 978-980. (trc. Hicabi Kırlangıç, Ankara: Hece yayınları, 2017, I, 817)