DOYUMSUZLUK GERGEFİ; ÜTOPYA
Harika, mükemmel, harikülade, muazzam, muhteşem, şahane… Hiçbir zaman yerinde kullanmış olmamamıza rağmen dillerimizden düşmeyen bu kavramlar muhatabını hiç bulmuş mudur dersiniz? Büyüklerimizin “gelimli geçimli dünya” dedikleri bu dünyada harika bir insan var mıdır mesela, mükemmel bir mekan, harikülade bir ev, muazzam bir araba, muhteşem bir hayvan… Hayalinizde canlanıp evet var dediğiniz mekanlar, arabalar, hayvanlar vardır muhakkak. Gözünüzü onlardan alıkoyamadıklarınız da vardır. Ancak alıkoyamadığınız göz ne kadar harika? Olaylara biraz daha içten ve derinden bakmak amacım. Bu bakış ne kadar muazzam tartışılır. Muazzam olmak gibi bir gayemiz var mı o da…
Doğumundan ölümüne en iyisini, en güzelini istemeye meyli olan insan bu istekleriyle aciz oluşunu kendine itiraf ediyor diyebilir miyiz? Her şeyin en iyisine layık olduğumuzu düşünerek ego çadırımızı göğe kadar büyütürken, o çadırın içinde karınca gibi kalmak ağrımıza gider mi?
“Aşkta kazanamadık, o zaman parada kazanacağız.” algısıyla büyüyen çocukların ikisini de kaybetmeye tahammülü olur mu? Sürekli kazanç, güzellik, başarı kavramlarının temel taşı haline getirilen hayat binası bu temeller eksik kalınca nasıl ayakta durabilir?
“Zafer ile değil sefer ile sorumlu kılındık.” mottosu sadece savaşa giden asker için mi geçerli kılındı yoksa hayatın her noktasında su içer gibi içmeli miyiz bu cümleyi? Gündelik yaşamda, evlilikte, dostluk ilişkileri, iş ve eğitim hayatı, sosyal çevrede her saniye seferde olduğumuzu ve zaferin sırtımıza yüklenen bir sepet olmadığını düşünürsek derin bir oh çekerek teslimiyet ağacının gölgesinde dinlenmek ne kadar da hafifletici ve serinletici olur.
Dönemin ve getirilerinin kafamıza vura vura “daha iyisi, daha zengini, daha lezzetlisi, daha genişi, daha hızlısı” dediği ve bize de dedirttiği ne varsa, boğazımızı sıkan “daha” tasmalarımız olmuş durumda. Nefsin doyumsuzluğu öyle bir şey ki, istediğini verdikçe daha çok acıkıyor, acıktıkça verdiğin daha çok acıktırıyor. Bu kısır döngünün içinde başı dönene kadar koşan insan en sonunda çareyi ideanın kollarında buluyor; ütopyada…
“Varlığı bir dert, yokluğu yara.” cümlesini bağlamından biraz kaydırıp ütopya deryalarının kıyısına kadar çekersek, neden hep gözümüzü dalgaların büyüklüğüyle büyülediğimizi daha iyi anlarız diye düşünüyorum. Denizin derinliklerine daldığımızda nefessiz kalışımız, denizin suçu mu yoksa kendini balık sanan insanın mı? Bulutlarda dolaşırcasına koşuştururken yere çakılınca suç yerçekiminin mi oluyor, kuş kisvesini giydiğini sanan insanın mı?
Ütopya ile distopya arasında sıkışıp kalmış bir toprak parçasının üzerinde ekip biçtiklerimiz kadar insanız. Ne her şey tamam ne her şey eksik, ne her şey muazzam ne her şey berbat, ne her şey geçmiş ne her şey gelecek, ne her şey canlı ne her şey cansız, ne her şey geçici ne her şey kalıcı, ne her şey yerde ne her şey gökte, ne her şey umrumuzda ne her şey boşvermişliğimizde, ne her şey bizde ne her şey bizsiz, ne her şey çok ne her şey az, ne her şey yanımızda ne her şey uzanamadığımızda… Bilgelik ve cahillik sarmalı gibi olan bu araftan düğüm olmadan çıkmak derdimiz. “Ütopya dersem çık, distopya dersem çıkma.” kadar keskin değil gerçekler. Her rengin her tonu, her sesin her notası, her göğün her katmanı ve her yerin her tabakası kadar çeşitli hayat.
İşimize gelenler ve aklımıza gelmeyenler kadar ütopya dediğimiz. “Hem dumanım tütmesin hem sobam sönmesin.” dercesine ateşin etrafında dört dönerek rüzgarımızla ateşin başını döndürdüğümüz bir çelişki. Hizaya sokmaya çalıştığımız ne varsa uğruna kendimizi dağıttığımız, bilmek istediğimiz ne varsa yolunda kendi adımızı unuttuğumuz acımasız, bir o kadar da şirin…
“Ütopyadan çıktım yola, bu dünyada verdim mola.” aslında fikrin ezeli kaynağı ile bedenin bulunduğu maddesel boyut arasındaki ilişkiyi ve mesafeyi anlamlandırmak açısından işlevli bir cümle. Tüm insanlığın belki de tek ortak noktası olan “iyiyi ve güzeli isteme” içgüdüsü kendisini farklı boyut ve şartlar altında anlamlı kılıyor olsa da neticede varılan nokta aynı: “En güzeli benim olsun.” Kimi elle tutulur bir güzellik ararken kimisi manevi güzelliği ister. Kimi dünya malının iyisini isterken diğeri cenneti ister. Kimi aynada gördüğünü güzelleştirmeye çalışırken kimi karşısında gördüğünü güzel ister ama eninde sonunda güzeli ister. Güzellik membaından çıkan bu afaki fikirler, gelin görün ki sınırların, kuralların, acizliklerin diyarı dünyada yeşermiş bedende buluverir kendini. Yatağına sığmayan derenin coşması gibi çağlayan insan, düşünce ve nefis zenginliğini bu dünyada barındıramayacağını kavradığı an ütopyanın temelleri atılmış demektir. Vücuda gark olmuş ruh, “Gitmesek de görmesek de o ütopya bizim ütopyamızdır.” diyerek kendini avutur ve zihnini güzellikle yormanın verdiği sarhoşluk ile idealarıyla yaşamaya başlar. “Dünyanın neresinden dönersek kârdır.” diyerek başlar gemini vuramadığı hayal atının nalına vurmaya. Elinde tuttuğu yıldızdan parlak pusulasını ne yöne tutsa ütopyayı gösteriyordur artık, ne yöne baksa kendini harikalar diyarındaki Alice gibi hissediyordur. Dilini, ırkını, milletini, devletini, yerini, yöresini bilmediği bu uçsuz bucaksız, mübalağalı ve imgesel yaşamın içinde kendini ne yerli hisseder ne de yabancı. Ne vatanında hisseder ne gurbetçi. Her şey mümkündür orada, ancak kendisi emanet gibi duruyordur, haberi yoktur. Önemli olan bir şeylerin “olmasıdır” ve o artık oradadır. Yalnız problem şu ki, fikir yolculuğuna çıktığı bu diyarda oldurduğu her şeyin tam karşısında olduramadığı kendisi durmaktadır. “Yalan dünya” dediği dünyadan çıktığı anda kendini bulduğu ütopya gerçek olarak karşısında dursa, bu sefer yalan olan kendisi oluyor. Açıkçası bir şeyler yine olmuyor… Ruh bedene fazla geliyor, beden ruhun arkasından çekiyor. Nefis ideali istiyor, ideal nefsi itiyor. Bu itiş kakışın ortasında kalan yine dünya oluyor. İstenmeyen, yalancılıkla, düzenbazlıkla, geçiciliğiyle yaftalanan dünya. İçimize bakmadan suç oklarını çevirdiğimiz dünya. “Distopyadan hallice” dünya.
Eksiğiyle, gediğiyle “insan” olarak bulunduğumuz her yeri, yine mevcut “yalan dünya” ya çevirmeyeceğimizin garantisini kim verebilir? Biz mükemmele layık mıyız, ya da onu muhafaza edebilecek liyakate sahip miyiz? Yarın öbür gün bir otobüs şoförü “Ütopyaya giden son otobüs kalkıyor!” diye bağırsa ve güle oynaya varsak yepyeni, harikalar diyarına, gidince diyeceğimiz ilk şey amiyane tabirle “Ütopya’da su bulmuşla gari, eyi eyi ekinle büyüveri, hayvanla otlayıveri…” olmayacak mı?
Aslına bakılırsa zihnin kapasitesini düşünecek olursak ütopya dediğimiz şeyin tam ve en iyisi olamayacağını çünkü onu tasavvur edecek bir beyne sahip olamayacağımızı, ütopik toplum veya devlet yapısının ancak ve ancak somut-soyut arasında ince bir köprü olabileceğini de idrak edebiliriz. Platon, Farabi, Thomas More, Francis Bacon gibi düşünür ve yazarlar ütopyadan bahsederken kendi zihinlerindeki ve algılarındaki devlet, toplum, erdem gibi temalara değinebilmişler ancak global ve herkesi kapsayan ideal bir toplum tek bir insan zihninden çıkamayacak kadar karmaşık ve harikulade olmalıdır. Böyle harika bir topluma da dünyaya sürgüne yollanan insan layık değildir. Açıkçası böyle bir ortama bedenen ve zihnen alışık da değildir. Ne zaman ki bu ruh bedene sığamadığını ispatlar ve içindeki kafesten uçuverirse işte o zaman imkansızlık ve algısal kelepçeler hiç olur, muazzam olan ne varsa sıraya girer ve hayvani bedenden arınmış olan insan da en güzeline layık olur. Lakin bu ruh bu bedende, bu fikir bu zihinde olduğu müddetçe, tüm ütopyalar kifayetsiz, tüm distopyalar refakatsiz kalmaya devam edecek. Biz ancak onları düşündüğümüzü ve hakkında konuştuğumuzu sanacağız, ancak üzgünüm, sadece sanacağız.
Her seferinde olduğu gibi kendini yine Kaf Dağı’nın ardında uçan Anka Kuşu sanan yoksul ve eksik güzellikteki insan; uyan bakalım, dünyadasın.