Gazze’de geçirdiğim 7 yılın ardından artık bombardıman sesleri, süregelen illegal işgal ve hatta abluka altında yaşamak çok normalleşmişti. Zira Filistin halkı için, uğruna yaşadığı bu kutlu dava uğruna vazgeçilmez hiçbir şey yoktu; en düşük hayat standartlarında yaşamaktan tutun en sevdiklerini bu yol uğruna gözlerini bile kırpmadan feda etmeye kadar…
Sonrasında, bir sabah uyandığımızda, füzelerin yağmur gibi düşmanın üzerine azap yağmurları olarak yağdığını fark ettik; çünkü işgal güçleri ilk karşılıklarında sivilleri bombalamaya başlıyorlar. Şaşkınlık diyorum! Çünkü son zamanlarda ümmetin ve insanlığın onuru o kadar çok çiğneniyordu ki artık Gazze halkı, direnişçi kardeşlerimizin bir şeyler yapmasını bekliyordu. Kudüs'te, sözde Yahudi bayramları adı altında Mescidi Aksa'ya çok sık baskınlar yapılıyor ve bu baskınlar Müslümanların namaz saatlerine denk getiriliyordu. Mescitlerinde namaz kılan kardeşlerimiz ya dövülüyor ya da barbarca tutuklanıp tüm haklarından mahrum bir şekilde hapis hayatına mahkûm ediliyordu. Bütün bunlar, sadece kardeşlerimiz ibadet haklarını yerine getirmek istedikleri için oluyordu. Hayal edebiliyor musunuz?
Farklı bir perspektiften bakarsak, diyelim ki bugün haberlerde şunu görsek; “Avrupa'da Hıristiyanlar kendi kiliselerinde ibadet edemiyor ve sadece ibadet ettikleri için dövülüp türlü işkencelere maruz bırakılıyor.” Bu durumda ne yapardık? Bırakın Hıristiyanları, başta biz Müslümanlar olarak yapılan bu zulme karşı durur, hakkın yanında yer alırdık, değil mi? Peki, bu zulümler yaşanırken dünya nasıl tepki verdi, merak ediyor musunuz? Hemen söyleyeyim; çoğu ülke sessiz kalırken diğerleri kınamakla yetindi ve Siyonist topluluk barbarlıklarına devam etti, çünkü onlar sadece güçten anlar. Onlara göre bir işi kuvvetle halledemezseniz, daha büyük bir kuvvet uygulamanız gerekir. İşte, insanlığın başına bela olan bu toplulukla Filistin halkı 75 seneden fazladır uğraşmak zorunda kalmış. Son gelinen noktada, “İnsan ya izzetiyle yaşar ya da izzetiyle ölür.” felsefesiyle, Gazzeli halk, “Bizler neden bu zulme sessiz kalıyoruz?” düşüncesiyle Filistin'deki direnişçi kardeşlerimize dargındı.
Kudüs hastanesi yakınlarında bir tanığımızdaydık. Bir de duyduk ki direnişçi kardeşlerimiz, 7 Ekim süreci olarak bilinen Aksa Tufanı'nı başlatmış. Henüz hayatının baharında olan yüzlerce evladımız, ümmetin ve insanlığın onurunu korumak için şehadete koşmuş ve eli silah tutan bütün gençler, dünya genelinde cihada davet edilmişti. Aynı gün, Siyonistler ilk karşılık olarak Rimal semtindeki Filistin Apartmanı'nı yıktılar ve ilk füzeyi de benim evime attılar. Evsiz kaldığımızı duyduğumuzda, ilk tepkimiz “Allah’ım bizlerden kabul eyle” olmuştu. Zira kendi mallarımızı ve dahi canlarımızı düşünmeyecek kadar yoğunduk. Filistin işgal edildiğinden beri ilk defa bu denli izzetli bir tepki verilmişti. Tek arzumuz, Mescidi Aksa'nın özgürlüğüne kavuşmasıydı. Zira bizler, Allah'la çok kârlı bir ticaretin içindeydik ve bizim için inşallah bir kayıp yoktu. Her anımızda çok kârlı bir kazanç içindeydik, çünkü hayatımız, bütün ibadetlerimiz ve hatta ölümümüz, Alemlerin Rabbi Allah içindi. Gerisi de teferruattı. Tek endişemiz, sahip olduklarımızla en iyi nasıl direnebileceğimizdi.
Bombardımanlar artarak devam ediyordu ve bizler her seferinde ölümün ucundan geçerek yer değiştirmek zorunda kalıyorduk. Gazze'de insanların evleri bombalanınca, Gazze halkı ya hastanelere ya da okullara giderdi. Bu sefer de öyle yaptık ancak düşman güçleri hiçbir hukuka saygı duymadığı için çok kısa bir sürede okullar, hastaneler, ambulanslar, kurtarma ekipleri, gazeteciler ve aklınıza gelebilecek daha birçok unsur hedef alınarak savaş suçları işlenmeye başlanmıştı.
Biz sağ kalanlarla direnmeye devam ediyorduk ve bu süre zarfında çok farklı manzaralarla karşılaştık. Yine son dakika çıktığımız evlerin birinden, şehitlerin kanlarının üzerinden geçmek zorunda kalmıştık. Bebekler ve çok küçük çocuklarla ilk gittiğimiz Tel Al-Hava semtindeki Kudüs hastanesinde on binlerce insan üst üste hayata tutunmaya çalışıyordu. Birkaç metrelik bir alana bütün hayatlarını sığdırmış, küçük çocuklarıyla direnmeye devam ediyorlardı. İğne atsanız yere düşmeyecek olan bu hastane ve okullarda, su bulmak bile lüks bir hâle gelmişti.
Ertesi gün, Siyonistler "Güvenli Koridor" olarak Gazze’nin Salahaddin caddesi üzerinde Kuzey'den Güney'e bir yol güzergahı belirlemiş ve insanlara oraya doğru ilerlemeleri çağrısı yapmıştı. O gün, o sözde güvenli koridorlardan geçmek zorunda kalan Gazze halkı bombalanmış ve 300'den fazla şehit vermişti. Buna benzer alçakça o kadar çok saldırı olmuştu ki, bizler bunlara alışmış ve Siyonistlerin nasıl kendilerine yakışır şekilde davrandıklarına şahit oluyorduk.
Sonrasında, orta bölgelere doğru ilerlemek zorunda kaldık. Bombardımanlar arttıkça yer değiştirmek zorunda kalmıştık. Karşılaştığımız manzaralar karşısında imanımız tazeleniyor ve bir an bile tereddüt etmeden direnişe devam ediyorduk. İnsanların hep çok korktuğu ölüm olayının hakikatini orada görmeye şahit olduk. İnsanlar, sevdiklerini kaybetmekten korktukları için namaz ve oruç ayetlerine gösterdikleri ilgiyi, farz kılınan cihad ayetlerine göstermezler. Oysa bizler, inananlar olarak hayatın da ölümün de yalnızca Allah’ın elinde olduğuna iman ettiğimiz hâlde çoğu zaman bunu unuturuz.
Orada çok kez şahit olduk ki, eğer eceliniz geldiyse yolda yürürken ayağınıza taş isabet eder ve emaneti teslim edersiniz; eğer eceliniz henüz gelmediyse, füzeler yağmur gibi üzerinize yağsa bile, kılınıza zarar gelmez. Bu durumu özetleyen o kadar çok örneğe şahit olduk ki şu anda bunları ayrıntılı olarak anlatmayalım.
En son geldiğimiz yerlerden biri olan, Katar'ın yardımlarıyla hazırlanmış Hamed bölgesine, âniden onlarca savaş uçağı tarafından çok dehşet verici saldırılar düzenlendi. O gün, hâlâ hayatta kaldıysanız, sadece bombardımanın gürültüsünden bile kalp krizi geçirmiş olabilirdiniz. Neyse ki Allah bize yine hayatımızı bağışlamıştı. Bu bombardımandan sonra işgalci güçler Gazze halkına Mawasi denilen bölgelere gitmeleri şeklinde bildiriler dağıttı ve halk yine toplu olarak o bölgelere gitmek zorunda bırakıldı. O bölgeler Khan Yunus bölgesindeki denize yakın, çöl alanlarıydı. Bu, “Eğer bombardımandan ölmek istemiyorsanız gidip çölde soğukta ve açlıktan öleceksiniz!” demekti. Zira o zamanlar kışa giriyorduk. Aralık ayındaydık ve Gazze'de o mevsimlerde geceler çok soğuk olurdu. Henüz ortada çadırlar bile yoktu.
Gazze halkı yine kendisini terkedilmiş hissedip başka çareleri olmadığı için akın akın o bölgelere giderken bizler evlerde kalmayı tercih edenlerden olmuştuk. 120 binden fazla sakinin olduğu o yerde, çok az insan kalmıştı ve direnmeye devam ediyorduk. Çünkü bize göre, eğer Allah bize ölüm yazdıysa, gitsek de kalsak da o bizi bulacaktı. Ayrıca, bulunduğumuz yerleri terk etmezsek meydanlarda direniş gösteren kardeşlerimize destek olacaktık.
Savaş uçaklarının bombardımanları ve karadan ile denizden yapılan top atışları artarak devam ediyordu. Ağır çatışmaların tam ortasında kalmıştık. Zaten 7/24 uçan dronlar sürekli üzerimizdeydi. Hava adeta ölüm kokuyordu. Bu ilk ablukanın ikinci günü baz istasyonlarını vurdular; bunun sonucunda bütün dünya ile irtibatımız kesildi. Bir hafta-on gün derken yiyeceklerimiz ve sularımız tükenmeye başlamıştı, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Namazlarımızı başlangıçta cem ettik, sonra teyemmümle devam etmeye çalıştık. Ancak bunlar yetmiyordu; su olmadan direnişe devam etmemizin imkânı yoktu.
Dışarıda kuş uçmuyor ve dronlar her yere saldırıyordu. Bu dronlardan çıkan kurşunlar, normal kurşunlardan boyut olarak daha büyük olup vücuda girdiklerinde çok ağır hasarlar bırakıyordu.
Ne yapacağımızı düşünürken, evde biriken çöpü apartman kapısının önüne koymaya karar verdik. Eğer çöpü gören olursa, belki yardıma gelirler diye düşündük. Eve dönüp, o an orada yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri, namazlarda tek tek isim vererek Allah’tan istemeye başladık. Bu bir tevafuk muydu? Çok geçmeden, İsmail adında bir genç kapıyı çaldı. “Siz korkmadınız mı, çıkmadınız mı?” diye sorunca, bizler “Allah’a tevekkül ettik” dedik. “Peki, bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sorduğunda, bizler de “Su ve yiyeceklere ihtiyacımız var.” dedik. O zaman, kendi paramızla alamayacağımız taze sebzeler, meyve ve su ayaklarımıza kadar gelmişti. Çok mutluyduk. Elhamdülillah, daha güçlü direnmeye devam edebiliyorduk. Sonra öğrendik ki 120 bin ailenin yaşadığı o Hamed bölgesinde sadece 12 aile kalmışız. Kalanlarla birlikte kimde ne eksikse onu tamamlamaya başladık. Böylece bu ilk ablukayı daha kolay atlatabilmiştik.
O arada, etraftaki semtler yerle bir olmuş artık Refah'ta kalacak yer kalmamıştı. İnsanlar, işgal güçlerine “Nereye gidelim, kalacak yer kalmadı!” deyince, işgal güçleri yine alçakça davranıp, “Hamed bölgesine gidin, orası Yeşil Bölge ilan edildi.” demişler. Gazze halkı, düşmana güven olmadığını gayet iyi biliyordu ama uzun süredir çadırda kaldıkları için birçok temizlik imkânından yoksun yaşıyor, evlerine girme özlemi taşıyorlardı. Bir süre gelip dinlenmek, sonra yine çıkmak istiyorlardı. İnsanlar akın akın bulunduğumuz bölgeye gelmeye başladılar ve tam da o günlerde ikinci abluka başlatıldı.
Gecenin bir vakti, bölgedeki bütün birliklerini oraya yığdılar; bombardımanlar, tank atışları ve çatışma sesleri artarak devam ediyordu. O saatten sonra, çıkanlar sadece kontrol noktalarından çıkabiliyorlardı. Halk sabaha kadar uyuyamamıştı. Sabah namazından sonra, işgal güçlerinin bildirisi nedeniyle halk akın akın kontrol noktalarına gitmeye başladı. Bir kısmı geçerken diğer kısmı geri gönderildi ve ikinci gün, daha korku dolu bir atmosferde kalanlar çıkmaya çalıştı. Bize yardıma gelen İsmail de kontrol noktalarında infaz edilmişti, sadece başını yana çevirdiği için…
Bizler bu ikinci ablukadan yine kalanlardan olmaya karar vermiştik, zira kontrol noktalarına gitsek de farklı bir sonuç olmayacağını düşünüyorduk. Düşman o gün çok hızlı davranıyor, tanklar sokaklara doğru ilerliyordu. O günlerde ben çok hastaydım; zira o zamana kadar hâlâ hayattaysanız, en az bir enfeksiyonel hastalık geçirmeye başlamışsınız demekti. Bizler zaten evlerde kalarak şehadeti göze almış ve sıramızı bekliyorduk. Bir bombardımanda hayata veda edeceğimizi sanırken, bir de baktık ki düşman bu defa farklı bir yöntem uyguluyor. Tek tek apartmanlara girip evlere baskın yapıyorlardı. Bunu fark ettiğimizde abdestimizi tazeledik ve üstümüze başımıza çeki düzen verip “Hasbunallah ve ni'mel vekil” zikrini hep birlikte okumaya başladık. İşgalci güçler kapımızı kırıp içeri bir köpek gönderdi. Köpeğin üzerinde patlayıcı, onun da üzerinde kamera vardı. Yani en ufak bir harekette tüm kat havaya uçabilirdi. Köpek içeri girdi, etrafı koklamaya başladı ve tam çıkarken yol arkadaşımın kolunu ısırdı; köpeğin dişleri, kadının koluna saplanmıştı ve bu yarım kurşun kadar zarar veriyordu. Acıyla bağırınca köpeği geri çektiler ve lazerli silahlarını üzerimize doğrultup “Kollarınızı kaldırıp dışarı çıkın!” dediler. Çıkar çıkmaz, onlarla İngilizce konuşarak “Ben Türkiye vatandaşıyım, elçiliğimle konuşmak istiyorum.” dedim ama başlangıçta umurlarında bile değildi. “Kollarınızı kaldırıp duvara yaslanın” dediler. O sırada ısrarla hasta olduğumu belirterek elçiliğimi arayıp bana ambulans helikopter göndermelerini talep ettim. Bana, “Kimliğini ver” dediler. “Kimliğim yok, pasaportum var.” deyip pasaportumu onlara uzattım. Doğru sözlü olduğumu anladılar. Ellerinde bir cihaz vardı; bunu yüzünüze tuttuklarında, bütün kimlik bilgileriniz ortaya çıkıyordu. Eşimin kim olduğunu öğrendiklerinde, onu bir dairede, bizleri de diğer dairede bekletmeye aldılar. O sırada, bize psikolojik baskı yaparak nasıl korkutmaya çalıştıklarını anlatmıyorum dahi.
Sonrasında bölgedeki komutanlarını çağırdılar. Komutanları, eşimi İsrail hapishanelerine götüreceklerini söyledi. Ben son beş senedir ülkeme gelememiştim. Eşim “Rukiye, sen yapabildiğini yaptın, artık ülkene dön, ailene dön.” dedi. Bizleri alıp başka bir apartmana, diğer esirlerle birlikte topladılar. Ardından tanklara koyup kontrol noktalarına götürdüler. Hamed bölgesinin yakınlarındaki yazlıklarda kurdukları kontrol noktasına getirdiklerinde eşimin gözlerini ve ellerini bağlayıp götürdüler, bizleri de orada bir süre beklettiler.
Orada, esirlere nasıl dehşet verici şekilde davrandıklarına şahit oldum. Bir bina vardı ve o binadan acı dolu bağrışmalar duyuluyordu ama içeride ne yaptıklarını göremedim. Dışarıda gördüğüm manzara şuydu; 15 yaş üstü erkekleri çırılçıplak soyup işkence ediyorlar ve beyaz bir üniforma giydirmeye çalışıyorlardı. Bazıları soğuktan, bazıları ise işkenceden bayılmıştı. Orada merhametin zerresi bile yoktu.
Ara ara onlara, “Lütfen elçiliğimle görüşebilir miyim?” diye ısrar edince bize “Gidebilirsiniz.” dediler. Ancak, biz nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk. Saat akşam 8-9 arasıydı, her tarafta düşman yığınakları vardı. Düşman eli tetikteydi, denize doğru gitmemiz gerekiyordu ama denizden top atışları yapılıyordu. O saatte en ufak bir harekette savaş uçakları bombalıyordu. 5-6 kilometre yol yürümek zorunda kalmıştık. Şebekenin daha iyi olduğu bir yere geldiğimizde, ambulans şoförünü arayıp bizi almalarını talep ettik. Yolun yarısında ambulans gelip bizi aldı ve Refah'ta daha az bombardımanın olduğu bir eve götürdü. O eve geldiğimizde Kudüs Elçiliği ile irtibata geçtim ve Gazze'den çıkış işlemlerinin başlatılmasını talep ettim. Normalde bu süreç çok daha uzun sürerken Kahire elçisi bizzat Kızılay başkanıyla birlikte Refah kapısına 10 Mart tarihinde gelip beni aldılar. İlk uçakla Kahire'den İstanbul'a, oradan da Diyarbakır'a ailemin yanına geldim. Birkaç gün dinlendikten sonra, hiç zaman kaybetmeden ilk konferans tekliflerini kabul ettim. Zira ben şu anda Gazze’de olsaydım, bir çadırda zorlu bir hayat mücadelesi veriyor olacaktım ve yapmak istediğim ilk şey ümmeti ve insanlığı uyandırmak olacaktı.
Dr. Rukiye Demir Salhiya