23 Kasım 2024 Cumartesi

Ahmet Taşgetiren ile 'Birlikte Yaşama Kültürü' Üzerine Konuştuk.

Anadolu coğrafyasında farklı dinlere, farklı mezheplere, farklı kavimlere, farklı düşünce yapılarına sahip insanlar bugüne kadar büyük oranda barış içinde yaşamayı başardılar. Bu kadar farklı nüansı tarihsel süreç içerisinde bir arada tutan başat aktör neydi?

Röportaj: Furkan Gençoğlu- Uğur Demirel

-Anadolu coğrafyasında farklı dinlere, farklı mezheplere, farklı kavimlere, farklı düşünce yapılarına sahip insanlar bugüne kadar büyük oranda barış içinde yaşamayı başardılar. Bu kadar farklı nüansı tarihsel süreç içerisinde bir arada tutan başat aktör neydi?

-Evet, “Osmanlı Barışı” diye ifade edilen tarihi bir olgu çokça seslendiriliyor. Hatta özlem boyutunda gündeme geliyor. Özellikle eski Osmanlı coğrafyasının, Osmanlı tarihe çekildikten sonra yaşadığı kanlı süreç,  o barış iklimini daha aranılır hale getiriyor.

Osmanlı üç kıtaya hükmeden bir büyük cihan devleti. Farklı kavimleri, dinleri, mezhepleri bir arada yaşatmış. Üstelik 600 yıl gibi çok uzun bir zaman içinde. Nedir sır?

Bunda hiç şüphesiz İslam'ın, mü'minlerine verdiği kişilik disiplininin belirgin etkisi var. Zulüm yasak. Hem bireysel anlamda hem devlet anlamında. Halk Allah'ın emaneti ve İslam devleti, bu emaneti korumayı ilahi bir görev olarak üstleniyor. Zorla, başına kılıç dayayarak “Ya iman et ya öl” tarzında bir iman dayatması yok. Osmanlı'nın yönetmek üzere geldiği toplumlar eskiden yaşadıkları düzen ile Osmanlı arasında kıyaslama yaptıklarında çok net bir “Âdalet farkı” görebiliyorlar. “Kul hakkı” diye bir ilke var ki, bu hassasiyet mü'min ya da başka bir inançta insan için, hatta hayvanlar için bile farketmiyor. Devlet her şeyden önce barışı önceliyor. Toplumun huzur içinde yaşamasını, devletle toplum arasında şu veya bu şekilde bir maraza çıkmasını istemiyor. Bir inanç tebliği söz konusu olacaksa İslam'ın Müslümana yüklediği bir sorumluluk olarak, onun da gönülden kabul ile gerçekleşmesini öngörüyor. Devlet, kişinin can, mal, ırz güvenliğini hangi inanç veya etnik aidiyet içinde olursa olsun garanti ediyor. Padişahın bile, mesela bir Rum mimara haksızlık yapması durumunda mahkeme huzurunda yargılanabilmesi, o yönetimin adaletine ilişkin bir menkıbe gibi nesilden nesile aktarılıyor. Bu konu çok çok uzatılabilir.

Bir de, “Devlet gücü”nün, nizam – intizamı koruyabilecek nitelikte olması barışın garantisi olarak not edilmeli. Siz ne kadar iyi niyetli, barış öncelikli olursanız olun, her zaman ve her toplumda kötü niyetliler de bulunacaktır. İçinizde olmasa dışınızda olacak, içinizle oynayacak ve sizi barış dışına çekmeye çalışacaktır.  Onun için Osmanlı'nın güçlü zamanları ile zaaf içine düştüğü zamanlarda aynı tabloyu görmüyoruz. Yani zaman zaman barışın kuvvetle korunması gereği ortaya çıkabilir. Burada da devletin kendi ideolojisini empoze etmeyi değil, hakem rolünü ifa etmeyi, herkesi kendi sınırları içinde kalmaya zorlamayı tercih etmesi gerekir.

Devletlerin kuşkusuz kamu düzenini sağlama adına bazı ölçüleri olacaktır. Nötr devlet tahayyül edilse bile, realize edilmesi imkansızdır. Çoğunluk iradesi de devletin niteliğine etki edebilir. Bunu, Müslümanların azınlık olarak yaşadığı ortamlar için de dikkate alabiliriz. Her durumda insanların can, mal, ırz, nesil ve dininin korunması gibi temel haklarının gözetilmesi gerekir. Ki Osmanlı, “Nizam-ı Alem” diye tanımladığı yönetim çağlarında  bunu gerçekleştirmeye çalışmış.

Ulus devletler daha homojen bir toplum inşa etmeyi tercih etmişler, bu sebeple toplumu yeniden biçimlendirme gibi operasyonlar içine girmişler, bu da devlet – toplum ilişkilerini olduğu gibi, homojeniteyi aşan, farklılaşma zaruretini ortaya koyan durumlarda,  çok ciddi örgürlük problemlerinin ortaya çıkmasına, ve nesneleşen toplum kesimlerinin tepkilerine yol açılmıştır. 

 

-Bugün gelinen noktada Türkiye'de ciddi bir toplumsal gerilim ve kutuplaşma yaşadığı söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?Kutuplaşmanın hayatta bu derece var olmadığı sosyal medya üzerinden pompalanan gerilimin sanal bir gerilim olduğu söyleniyor?

-Bazı kamuoyu araştırmaları, Türkiye'de toplumsal farklılaşmaya ilişkin sonuçlar ortaya koyuyor. İşte şunlar birbiriyle evlenmek, aynı apartmanda yaşamak, birbiriyle alışveriş yapmak istemiyor gibi keskin sonuçlar mesela. Ben, Çözüm süreci çerçevesinde Akil İnsanlar Heyeti içinde İç Anadolu'da temaslarda bulundum. İç Anadolu mesela, milliyetçi hüviyetle tanınan dolayısıyla, çalışılması zor bir bölge olarak bilinirdi. Şunu gördük ki, Türkler, Kürtler içiçe yaşıyor, aynı çarşıda ticaret yapıyor, kız alıp veriyor vs... Bu alan kaşındı, tutmadı. Biraz Sünni – Alevi ilişkilerinde mesafe var. Belki biraz Müslüman – Gayrı Müslim ilişkisinde mesafeden söz edilebilir. Laik – İslamcı gerilimi, Sağ – Sol gerilimi, Kemalist – Anti kemalist gerilimi alanları da öyle. Ama bunlar, mesela Batı'da olduğu gibi “yabancı düşmanlığı – mezhep kavgası” vs denecek boyutta olmadı. Bizde aynı ailenin – sülalenin içinde de bu tür farklılaşmalar yaşanıyor,  o da farklılaşmayı tolere etme imkanı sunuyor. En dramatik gerilimlerden birisi ise son FETÖ gerilimi oldu. Bakalım bünyemiz onu nasıl aşacak?

 

-Emri bil maruf nehy anil münker sınırları nelerdir? Türkiye çirkinlikler karşısında elle müdahale edilebilecek bir ülke mi, yoksa kalb ile buğz edilecek bir ülke mi?

-Emr bil maruf, nehy anilmünker, iyiliği emretmek, kötülükten men etmek anlamında, Rabbimizirn mü'minlere yüklediği önemli bir görevdir. Mü'min, bunun dilini ve yöntemini, gerek Kur'an'a gerek Rasulullah'ın uygulamalarına bakıp bulmak sorumluluğundadır. Diyelim Kur'an'a baktığımızda “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” buyuruluyor.  O zaman mücadelede de “en güzel”i bulmak gibi bir çabaya ihtiyaç var. Nedir o? Odrada da mü'minin feraseti devreye girmeli. Diyelim Rasulullah (s.a.v.) “Bir kötülük gördüğünde onu, elinle, gücün yetmiyorsa dilinle düzelt, ona da gücün yetmiyorsa kalbinle buğz et, bu da imanın en zayıf noktasıdır” diyor. Bence bu da mü'minin feraseti ile ilgili bir durumdur. El ile müdahalenin de bin türü olabilir, dil ile müdahalenin de, kalbi direnç göstermenin de... O ana denk düşen ve Allah'ın en çok hoşnut olacağı tavrı bulmak, belki oraya nefsimizi karıştırmamak, İslam'ın en kazançlı olacağı hali gözetmek gibi hassasiyetler dikkate alınabilir. El ile müdahale edip İslam'a ve Müslümanlmara bedel ödetecek bir tavır herhalde sağlıklı olmaz.

 

-Doğduğunuz ülkeyi seçme hakkınız bulunsaydı tek kutuplu bir ülkede yaşamayı mı tercih ederdiniz yoksa farklı kutupların birlikte yaşadığı bir ülkede mi yaşamayı tercih ederdiniz?

-Yaşadığım ülkenin, hayat tarzımı ve ruh dünyamı rahatlatıcı ve gönül huzuru verici bir iklime sahip olmasını isterdim hiç kuşkusuz. Ama bu tek kutuplu bir ülke demek midir? Sanmıyorum.  İnsanın bulunduğu her ortamda farklılaşma, çeşitlilik vardır. Bir İslam toplumu, bu tanımlamayla belki tek kutuplu gibi görünebilir, ama o da kendi içinde farklı çiçeklerin açabildiği bir toplumdur. Burada Rasulullah Efendimizin “Ümmetimin farklı düşüncelere sahip olması rahmettir” sözünün çok açıklayacı bir mahiyeti vardır. Farklılığı belaya dönüştürmek de mümkün, rahmete dönüştürmek de... O dozu ayarlamak da toplumun erdemi ile ilgili olmalı. Bir İslam toplumunda bile, yukardan aşağı mesela tek bir görüş (mezhep) çerçevesinde biçimlendirme girişimleri hep sancıya sebep olmuştur. Ben Hazreti Ömer döneminde bile, doğrudan ona yönelik itirazların olabilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

 

-Sizce İslam dışı uygulama ve söylemlere hoşgörü mü tahammül mü göstermeliyiz?

-Hoşgörü de tahammül de, hakim konumda olan için kullanılacak davranış tarzı tanımlamaları. Ülkemiz Müslüman bir ülke, Müslümanlar da hakim toplum olarak görüldüğü için onların hoşgörülü davranmasından ya da yanlışa tahammül etmesinden söz ediyoruz. Bir kere hakim sistemin laik karakterde olduğunu ve böyle bir alt-üst sınıflaması yapmadığını bilmek gerekiyor. Ancak gene de fiili durumdan kaynaklanan bir Müslüman belirleyiciliğinden söz edilebilir. Bence hoşgörü ve tahammül'ün getirdiği hakim dilden farklı bir iletişim dili bulmak, İslam'ın mesajını o dille iletmek daha doğru olur.  Bir insana “Sana hoşgörü gösteriyorum, ya da tahammül ediyorum” demek, en baştan iletişimi baltalar diye düşünüyorum.

 

-Medine Sözleşmesi birlikte yaşama kültürü için referans gösteriliyor. Bugün Türkiye'de böyle bir sözleşme neye tekabül edebilir?

-Medine Sözleşmesi, Müslümanların Medine'de henüz tam belirleyici irade olmadığı dönemde, farklı inanç grupları ile yaptığı birlikte yaşama projesidir. Bu dönemde henüz devlet yönetimi gibi hakim bir güç yoktur. Bence geçici bir durumdur. Buna rağmen, böyle pozisyonlar için her zaman referans alınacak bir ilişki tarzıdır. Ancak daha sonra İslam hakimiyetinin oluştuğu ve Müslümanların iradesinin belirleyici olduğu safhaya geçilir. Asıl o safhada birlikte yaşama sorunu nasıl bir görünüm kazanmıştır, ona bakmak lazım. Sanırım bu dönemde, Müslümanların farklı dinde olanlara yönelik bir inanç baskısı söz konusu değildir.  Ancak, güvenlik sorunu diyebileceğimiz bazı durumlar ortaya çıkmış, yani diyelim Yahudilerin dışardan Müslümanlara yönelik saldırılara yardım etme durumu olmuş, ona da müdahale edilmiştir. Şu söylenebilir: Güvenlik sorunu olmadığı takdirde, Müslümanlarla gayrı müslimlerin bir arada yaşamakta sorun yaşamadığının örneğini Medine'den alabiliriz.

-Birlikte yaşamak zorunda mıyız?

-Birlikte yaşamak zorunda toplumlar. Katman katman ya da getto getto olmaz. Zaman zaman bir aile içinde bile farklılaşmalar ortaya çıkabilir. Orada bile birlikte yaşayabilip yaşayamama sorunu söz konusu olur. Toplum ise, yeknesak – tekdüze bir yapı arzetmez. En homojen toplumlar bile, bünyesinde farklılıkları barındırır.  İnsanoğlu bu, her gönülde bir aslan yatıyor tabii olarak, bu da farklılaşmaları getiriyor, farklılaşmaları iletişimi engellemeyecek dozda tutmak, genel bir toplumsal terbiyeyi gerekli kılıyor. Buna nasıl varılır? İnsan insanın kurdu olur belki bir dönem, sonra böyle birbirini kıra kıra bir yere varılamayacağını görür, sonra içinden bir güç çıkarır, Leviathan üretir vs... Devletin oluşum süreci böyle anlatılıyor Hobbs'un teorisinde. Demek ki çatışma var, ama birlikte yaşama arayışı da var. Bunu böyle derin çatışma ve kopuşlara yol açmadan başarmak, belki olması gereken bu. Ya birbirimizi yiyerek birlikte yaşayacağız, ya birbirimizi inşa ederek..

-Çözüm sürecinde nerede hata yapıldı, yeniden başlarsa nelere dikkat edilmeli?

-Çözüm sürecinde farklı taraflar var. Devlet hakim yapı olarak terör örgütünü tasfiye etmek için bir proje yürütmek istedi. Örgüt silahtan arındırılacak ve militanlar dağdan inerken bir rehabilitasyon programı devreye sokulacaktı. Silah hiç kimsenin hakkı değildi, örgüt için de yolun sonuna gelinmişti. Bu arada Hükümet, “Kürt sorunu”nun gerek kimlik alanındaki problemler için gerekse Doğu-Güneydoğu'nun ekonomik – sosyal – kültürel mağduriyetinin giderilmesi noktasında ciddi adımlar atmıştı. Akil insanlar heyetleri de, konuyu topluma, toplum hassasiyetlerini de devlete taşıyacaktı. Burada, devlet adına sanki terör örgütü ile Kürt sorunu da görüşülmüş, iyileştirmeler bu görüşmelerle belirlenmiş gibi bir görüntü ortaya çıktı, örgüt de bunu Kürtlere böyle sattı. Bu yanlıştı. Bu, örgüte “Biz iyileştirmeleri silah zoruyla aldık” gibi bir propaganda yapma fırsatı sundu.

Öte yandan uluslar arası odaklar örgüte, “Size Suriye'de alan açıyoruz. Orada kanton sistemi kurabilirsiniz. Oradan da Türkiye'ye akarsınız” gibi bir ümit verdi, bu, “Niye silahları bırakıyorsunuz?” gibi bir  fesat girişimi idi. Örgüt silahı bırakmadı, aksine, Kobani'den yola çıkarak, hendek – barikat – özyönetim ilanı hamlesinde bulundu. Ondan sonrası malum. Örgüt, uluslar arası odakların Türkiye'ye yönelik terbiye aracına dönüştü. Ben silahlı yapıya karşı müsamahasız, ama Kürtlerin sorunlarını  pazarlıksız çözmek gibi bir tavrı doğru bulduğumu yazdım. “Çözüm süreci hatırına” diyerek, bölgenin silah deposu haline getirilmesine asla müsaade edilmemeliydi. Hendekler, barikatlar, özyönetim ilanları o müsamaha döneminin içinden çıktı. Sonrası yüzlerce ölüm getirdi. Halen normalleşme gerçekleşmiş değil, dileyelim şu sürecin sonu, Doğu'nun – Batı'nın barışı yudumladığı bir sona ulaşsın.