29 Mart 2024 Cuma

Seni Yenmeyeceğiz İstanbul!

          SENİ YENMEYECEĞİZ İSTANBUL!

          "Anadolu’dan kop gel düz git Ankara’yı geç sağdan, Bursa’nın biraz yukarısı..." bu jeneriği eminim hepiniz hatırlamış hatta mırıldanmaya bile başlamışsınızdır. Evet bizi İstanbul’a yönlendiren o eski fakat akıllardan çıkmayan jenerik… İstanbul’a varmak için Anadolu’dan kopmamızı yani küçük şehirlerimizi artık geride bırakmamızı hatta üstüne bir de Ankara’yı yani Anadolu’dan kopmamıza değmeyecek çünkü hala Anadolu’da bulunan bu şehri sağdan sağ dan geçmemiz gerektiğini anlatıyor. İstanbul için birçok mühim insan, kitaplar-şarkılar- şiirler yazıp, filmler çekmişken ben ne söyleyebilirim ki diye düşündüm. Anadolu’dan çıkmamış, çıktığında Ankara’ya varabilmiş biri olarak... Neyse böyle alınganlıklar yapacak değiliz… İstediğiniz yerde yaşayın ya da okuyun emin olun sizin de bir tarafınız İstanbullu oluyor. Neden mi? Büyürken öğrendiklerimiz bizlerin birer parçası oluyor da ondan. Nasıl mı? Örneğin Kurtlar Vadisi’ni izlerken Polat’tan Kızkulesi’ne uzun uzun bakıp ağlamayı öğrenirken, 7 Numara ile İstanbul’da üniversite okumayı, ev arkadaşı olmayı öğreniyoruz veya Avrupa Yakası’nda aslen Tokatlı olan Burhan karakteriyle birden Nişantaşı çocuğu olduğumuzu savunurken bulabiliyoruz kendimizi. Peki o zaman şöyle bir düşünelim bizlere İstanbul hayalini aşılayan, bizleri İstanbullu yapan etmenler nelerdi? 

          İstanbul’u anlatan kitaplar, filmler, diziler ve şarkılar ile büyürken aslında farkında olmadan İstanbul’a bağlanıyorduk. Orada yaşamasak bile bir yanımız oralı oluyordu. Süper Baba’yı izlerken Çengelköy’ü, Ekmek Teknesi’ni izlerken Kuzguncuk’u, Yeditepe İstanbul’u izlerken Balat’ı öğreniyorduk. Sadece mekanları değil mahalle kültürünü, o cıvıl cıvıl işleyen hayatı, modayı, konuşma tarzını, akşam yediden sonra da işleyen bir hayatın olduğunu, farklıkları ile bir ahenk oluşturmasını ve her an her şeyin olabileceğini öğreniyor ve imreniyorduk. Bunların yanında hayatımıza giren birkaç komik şey de olmuştu mesela Yeşilçam filmlerinde illaki Anadolu’dan gelen birinin elinde valizi ile İstanbul’a ‘Seni yenicem İstanbul’ diye haykırması... Üstelik İstanbul’da doğanlar bile yenememişken… Devamında da mutlaka: ‘’İstanbul sen mi büyüksün ben mi?’’ hesaplaşmasına girişmesi… Sakin ol champ. Bunlar hep açlıktan. Hemen çayını simidini alıyorsun ve sahil kenarında yiyorsun. Biz de yazımıza dönüyoruz.

          İstanbul demişken kalabalığından bahsetmesek olmaz. Ancak bu kalabalığı tarif etmeye kelimeler kifayetsiz kalır. Biz de şair gibi bir tepeye çıkıp bu aziz şehre bakmak istesek, üst üste yığınla apartman, irili ufaklı, büyük küçük yamuk çarpık yüzlerce ev, o evlerde binlerce hayat görürüz. İstanbul’un taşı toprağı altın değil insan desek yeridir. Yollar, sokaklar, caddeler, sahiller, köprüler ve bir şehre ait ne kadar mekân varsa hepsi insan doludur İstanbul’da. Dışarı çıktığımız andan itibaren, bir yerden bir yere giderken hayatımızda göremeyeceğimiz kadar insanla bir araya gelebiliyoruz. Kalabalık içine her karıştığımızda farklı farklı rollere bürünüyoruz. Toplu taşımaları hayal edin… Kimi zaman yer veren kibar insanlar kimi zaman kılını kıpırdatmayan vefasızlar oluyoruz. Varış noktasını göremeden bayılanlar, yarı yolda ayrılanlar neler gördük neler… Ayakta durmak için monitöre tutunan sonra bayılan ama kalabalıktan yere yığılamayan tanıdıklarımız bile var. Neyse biz ona kalabalık demeyelim de birlikten kuvvet doğmuş diyelim…

          İstanbul denildiğinde yabancı insanların yoğunluğu da gözden kaçmıyor. Bazı semtlere turistler dışında giriş yapmak yasak bile diyebiliriz. Mesela Taksim… Şu an orada yürüdüğünüzü hayal edin… Merhaba Körfez akını, hoş geldiniz… Şükran dostum, baklavaya da şükran… Aynen baloncuk çıkaran o oyuncağa da şükran… Şimdi bir de Sultanahmet’e namaz kılmaya gittiğinizi hayal edin... Evet burnunuza o ıslak nemli halının kokusu geldi mi? Halıların gezmekten aşınmış kısımları… (E canımız gözbebeğimiz Ayasofya’mız böyle olmaz inşallah diyelim, duamızı bırakalım) Ah turistçikler.. Neyse biz onlara turist demeyelim de ülkemizin veli nimetleri diyelim…

          Bir de İstanbul için yazılan nice güzel şarkı sözü, besteler vardır.  Biraz da iz bırakan birkaç şarkı gözünden İstanbul’a bakalım. 

          Münir Nurettin Selçuk, Aziz İstanbul şarkısında ‘’Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer’’ diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın duygularını bizlere aktarmıştı. Tüm tevafukları bir araya getiren azizim, ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul diyordu dizelerinde...

          Yalın, İstanbul benden büyük onla başa çıkamam derken, Özer Atik Ver Elini İstanbul şarkısında ‘’Yedi tepeli kadim dostum benim, büyüksün bilirim, yap bir büyüklük düğümle şunun yollarını kapıma...’’ diyerek yine İstanbul’un tevafukları ve her an devam eden dinamizmine inancını anlatıyordu aslında.

          Son olarak İstanbul’a olan duygularını, kafasının karışıklığına rağmen o bilinmezliğine olan sevgisiyle bizlere aktaran Birsen Tezer İstanbul şarkısında ‘’Beş dakikada bir motorunun acelesine inat, biniyorum meçhule ardımda martılar telaş...’’diyordu. İstanbul’u anlatan en güzel şarkılardan biridir bence. İstanbul ve meçhullüğü... Onu bu kadar cazip kılan her an her şeyin olabilme ihtimali… Tevafuklarını asla esirgememesi… Karantina günlerinde en çok özlediğim şeylerden biri bu günlük tevafuklar oldu. Plansız, düşünmeden yapılan her adımın oluşturduğu bilinmez buluşmalar. Farkında olmadan karşımıza çıkan yollar. Şarkı sonra şöyle devam ediyor: ‘’Bırakıp gitmek var şimdi seni yârim, dört yan ezan, vapur vapur boğaz…’’ Bırakıp gidemiyoruz da seni, bazen çok yoruyorsun, bizi işin içinden çıkamaz halde yalnız bırakıyorsun ama bazen de sarıp sarmalıyorsun... Denizin, boğazın, ezanların ile yine buradayız. Seni yenmeyeceğiz İstanbul, sana alışacağız, sana uyum sağlayacağız çünkü sen bizim bitanecik İstanbul’umuzsun … Sen de artık yaparsın bize bir büyüklük olur mu? 

          Herkesin sağlığının iyi olması duası ile... Allah’a emanet olun.